Vicdan azabı, insanın başına gelen en kötü şeydir. Biliyordum çünkü şu an aklımdaki tek şey oydu. Keşke diyordum keşke ona layık bir abla olup benden nefret etmesine rağmen nesi olduğunu öğrenseydim...
Doktor sadece açlıktan tansiyonun düştüğünü söylese de inanasım gelmiyordu. Annem okula geri dönerek çantamı almamı söylemişti. Feza ile geçtiğimiz yolları tek başıma yürürken mutsuzdum. Ağlamak istiyordum. Bağırıp çağırmak, bir şeyleri kırıp dökmek, insanları umursamaktan vazgeçmek. Hiçbirini yapamayacağımı da en iyi ben biliyordum.
Önceden durduğumuz çöpün yanında dikilirken o kediyi gördüm.
Avucumun içi kadardı. Miyavlıyor ve üşüdüğünü belli edercesine titriyordu. Küçük fularlarımdan birini cebime tıkıştırdığımı hatırlayınca dayanamadım. Arka cebimden aldığım fuları, diz çökerek kedinin üzerine bıraktım. İlk hamlemle kaçmaya çalışsa da durdurmuştu kendini. Titremeleri dinmese de acı acı miyavlamayı bırakmıştı.
İçim ısınmıştı, belki de o haklıydı. Mutluluk, çok küçük şeylerin içinde gizliydi. Aynı pusuya yatan acılar gibi.
Doğulup okula doğru yürümeye devam ederken düşünmeye devam ettim. Ne olmuş olabilirdi ki? Kansızlık mıydı sorunu? Veya şu psikolojik hastalıklardan? Acaba kusuyor muydu? Aklımdaki her bir soru başka bir soruyu doğuruyordu. Okulun kapısına ulaştığımda ‘‘Veysel abi!’’ diye seslendim. Örümcek adam olamayacak kadar yorgun hissediyordum.
‘‘Ya kızım size kaç kere söyledim- Hazan?’’
‘‘Benim!’’ derken gözlerimi dikmiştim üzerine. Rahatsız olmuşçasına kıpırdandı bir süre. ‘‘Kardeşimin çantasını ve kendiminkini almaya geldim.’’
Kapının gıcırtısı kulaklarımı rahatsız ederken ‘‘Nasıl oldu Hayat kızımız?’’ diye sordu. Alelade bir soru kalıbı değildi bu. Yüzünde yansıyan korkudan anlamıştım gerçekten endişelendiğini. Gülümsemeyi deneyerek ‘‘İyi çok şükür.’’ dedim.
Veysel abi geldiği gibi aniden yok olunca girişe doğru ilerledim. Başım önde, sorularla boğuşurken çarptım sert bir bedene. Feza’nın ifadesiz yüzünü görmemle gerilmem eş zamanlıydı. Onun bıçak kadar keskin bakışları üzerimdeydi. Öyle boş bakıyordu ki aniden omuzlarını tutup sarsarak ‘kendine gel’ diye bağırasım geldi. Hemen arkasından gelen Lale hoca, bana küçümsercesine bir bakış attı.
‘‘Hemen çantanı al, çık. Hayat ve sen izinlisiniz.’’
Sözcüklerinin ne kadar zehir saçtığının farkında mıydı acaba? Bahsettiğim pusuya yatmış acı buydu. Lale hocanın tavrı, Feza’nın bakışlarındaki donukluk...
‘‘Tamam, hocam.’’
Ne söylenebilirdi ki olanların üzerine?
Yanlarından geçip giderken iyice sıkıntı basmıştı her yanımı. Bugünü tek kelimeyle özetleyebilirdim.
Berbat.
(...)
Hayat, ayaklarını televizyonun karşısındaki sehpaya uzatmış, elindeki kaseyi sıkıca kavramıştı. Annem sürekli besin değeri olan yiyeceklerini yemesini tembihlese de Hayat’ın vazgeçemeyeceği şeydi; mısır gevreği. Tekli koltuğa oturarak yeni bir dizi arayışına girdim. Elimdeki telefonun ekranın büyük olması avantajdı. Belki de Revolution adlı diziye başlamalıydım. Emin değildim.
‘‘Haberin var mı?’’
Hayat’ın benimle konuştuğunu fark edince kaldırdım başımı. ‘‘Neden bahsediyorsun?’’ diye sordum, dizi izleme isteğim puf olup uçmuştu! ‘‘Sizin sınıfa yeni gelen... Adı neydi?’’
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Hayatlar Senfonisi
Teen FictionYalanlar üzerine kurulan hayatlar; ne kadar çok yalan varsa o kadar çabuk yıkılır.