Kimse kimsenin adına konuşamaz, diyor Zambra başucu kitabımın doksan dördüncü sayfasında. Ve hemen ardından ekliyor ; çünkü her ne kadar bir yabancının hikâyesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikâyemizi anlatırız.
Ben bugün hiç kimse adına değil, bütün yoksunluğumu göğüsleyip kendi adıma konuşacağım Jungwoo. Düş kırıklıklarımı zihnimin kuytularından çıkan hayatların arasına gizlemek, parmak uçlarımda şekillenen cümleler benim özümle yoğrulmuşken o cümleleri bir başkasının ağzından dökmek, türlü çeşit benlikler yaratıp kendimi saklamak iyice çekilmez oldu. Bu yüzden hiç kimsenin hikâyesini değil kendi hikâyemi anlatacağım ben bugün ; lâkin tek güzel yanı içinde senin var oluşun, bilesin.
Şimdi içmeden sarhoş olmuş misali salına salına yürürken soğuk ve çöl gibi kuru ellerimde buruşmuş bir kağıt tomarı var. Halbuki yarım saat önce ona yalnızca bir kağıt tomarı gözüyle bakmıyordum ; ulan diyordum bak işte bunlar senin hayallerin, varlığının apaçık bir yansıması, içinde sakladığın dünyanın en ücra köşeleri. Bu kağıtlar aslında sensin Doyoung, diyordum. Yazdığın her cümlede bir sevincin, bir hüznün, bir kırığın, bir hayalin, bir sen var.
Biraz da sen varsın o yazılarda. Bir tek senin gözlerine bakınca gördüğüm iyileşmiş yansımamın duyduğu minnettarlık var. Gülüşünün yankısı var mesela, her satıra kokun sinmiş, sesin uğramış bütün cümlelere, sanki ben göz pınarlarımda kızıl yollar çizilene dek yazarken gelip parmak uçlarıma sarılmışsın.
Aslında... bakma biraz dediğime, her yerinde sen varsın elimdeki bu cümlelerin. Tıpkı her yerinde benim olduğum gibi. Zaten ben olduğum için sen varsın, belki de sen olduğun için ben varım diyebiliyorum. Fark etmez nasılsa, bizden ayrı gayrı söz edilemez ki zaten Jungwoo ; çünkü yetim bir çocukken dayandım kapına, ben varlığımı büsbütün sana borçluyum.
Sırf bu yüzden dakikalardır çöpe atamıyorum da elimde tutuyorum hepsini. Sen varsın ya her satırda, o yüzden işte, kıyamıyorum hiç. Yine de içime yuva yapan zehir gibi öfkeden ve hüzünden buruşturmadan edemedim, özür dilerim.
Mart ayının güzel kokulu serin havası yüzümü okşayıp geçerken gök gürlüyor, bahar yağmuru kapıda demek ki. Hiç büyümemiş, kara saçları okşanmaya aç, ruhu şefkate muhtaç küçük Doyoung neşeyle zıplıyor yağmur yağacak diye. Çok sever çünkü yağmuru ; gökten düşen her tanenin varlığına karışıp onu yeni baştan yarattığını düşünür, saç tellerindeki ıslaklığın annesinden gelen özlem dolu bir dokunuş olduğunu zanneder. Belki de öyledir, bilmiyorum hiç.
Kocaman olmuş delikanlı Doyoung iç geçiriyor derin derin ; şu güzelim yağmurun altında, diye giriyor söze. Ah, şu güzelim yağmurun altında Jungwoo'nun dudaklarından mutluluğu ve hayata dair diri olan bütün o eşsiz duyguları kana kana içmek vardı şimdi.
Benliği parçalara ayrılmış üstelik her parçası birbirinden aciz Doyoung olarak, dümdüz ve işlevsiz, kendi ruhunun ortasında kaybolmuş, öylece duran Doyoung olarak ikisine de hak veriyorum. Bir neşeyle koşuşturan ufaklığa bakıyorum, bir iç geçiren delikanlıya. Yaşasın diyorum, annemin şefkati berrak damlalara bürünüp üzerime konacak. Sonra diyorum ki keşke, keşke Jungwoo'yla bu taze çiçek kokulu bahar yağmurunun altında başka hiçbir şeyi düşünmeden doya doya öpseydik birbirimizi. Ellerimizi kenetlerdik belki, usul usul yeryüzüne düşen damlalar saçlarımıza karışırdı, annemin şefkati gelip dudaklarımızın arasına sızar sonra da doğruca benim kalbime akardı, o katıksız duyguyu varlığımın hamurunu elleriyle yoğuran senden alırdım, temizlenirdim öfkemden, hüznümden.
Yolda attığım her adımda az önce yaşananlar düşüyor zihnime. Bir görseydin Jungwoo, bir duysaydın... Nasıl da küçümsendim ama, nasıl da kırıldım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
beni öp sonra doğur beni, dowoo
Fanficyetim bir çocukken dayandım kapına, ben varlığımı büsbütün sana borçluyum.