genç kadın, cenin şeklini alan bedenini yavaşça doğrulttu ve yattığı yerden ayağa kalktı. sırtı ağrıyordu ve kamburu çıkmıştı. bunu önemsemedi, doğallığını yitiren tek şey omurgası değildi şu günlerde. aynanın karşısına düzensiz adımlarla ilerlerken geçmişten kazıdığı bir anıyı hatırlar gibi fısıldadı zihni; sırtımın kamburu, merhaba.
sonunda boy aynasının karşısında kendiyle göz göze geldiğinde derin bir soluk aldı. bedeni en sıradan hareketi bile yapamayacak kadar acizleşmişti. bacakları olabildiğine ince ve çarpık, kaburgaları el ile tutulabilecek kadar deriyle bütünleşmişti. seneler önce ailesine bir sorunu olduğunu söylediğinde dikkat çekmeye çalışan şımarık bir kız olduğunu söylemişlerdi. üzerinden on beş sene geçmişti ve hâlâ bedenini sevmeyen, tanrı'nın hediye ettiği her gün yediği üç lokma yiyeceği kusmayı kendine hak bilen o kızdı; üstelik artık dikkatini çekecek kimsesi de yoktu.
aynanın karşısında iğrenç bedenine bakmayı bırakıp bakışlarını yüzüne yöneltti. yeşil gözleri her zaman olduğu gibi yorgundu. okuduğu bir kitapta, "insan ne hissederse gözlerine yansıyan o'dur." şeklinde bir cümle görmüştü ve o günden sonra kendiyle her göz göze geldiğinde "neden ölü gibi bakıyorsun?" demekten alıkoyamıyordu kendini. yanakları içe çökmüştü ve dudakları her daim çatlaktı. saçlarına baktı sonra, her daim kısacık olan saçlarına. annesinin saçları çok döküldüğü için kızdığı günleri anımsadı ve onu her şeye rağmen özlediğini farketti.
annesini düşündü. o iyi bir insandı, iyi bir arkadaştı ama iyi bir anne miydi? bunu hiç-bir zaman çözememişti. annesinin ona bir kere bile vurduğunu hatırlamazdı, ama kelimeleriyle bıçağı boğazına dayadığı zamanları vardı. kavga esnasında evdeki bütün öldürücü eşyaların varlığına lanet ettirecek gibi bakardı. onun yalnız bırakmaları vardı ve sonrasında bir ayak bağı olduğunu hatırlarmış gibi geri gelmeleri. onun tehditleri vardı, geceleri kabuslarda başrol oynamaları. genç kadın, ondan her zaman nefret ettiğini hissederdi ama içten içe gücüne hayran olduğunu biliyordu.
bakışlarını saçlarından ellerine indirdi. avuç içlerine baktı. her ellerine baktığında babasının avucunun içindeki şefkati hissederdi. çok küçükken ve babasının elleri henüz közlerle dolmamışken babasının onu elinden tutup okula götürdüğü zamanlar olurdu. bütün yol boyunca minik elini tutunduğu elden hiç ayırmazdı, küçük kız. burukça gülümsedi genç kadın, o zamanlarda kalmayı ve hiç büyümemeyi çok istedi.
babası, sessiz bir adamdı ve oldukça umursamaz. onun sadece işi olurdu, borcu olurdu, kazanması gereken paraları olurdu. saçını okşayacağı bir kızı olmazdı ya da birlikte kahvaltı yapacağı bir karısı. genç kadın uzun süre onun çok sevdiğini ama sevgisini gösteremediğine inandırdı kendini. biraz büyümüşken ve annesi bir kızı olduğunu yine unutmuşken geceleri babasının işten gelmesini beklerdi. kapının açılma sesini duyar ve gözlerini heyecanla kapatır, uyuyormuş gibi yapardı. babası gelecek ve yanağından öpecek, tek hayali buydu. bunu uzun süre tekrar etmişti ve hiçbirinde babası odasının kapısını açmamıştı. geç saatlerde uyuma alışkanlığını bu zamanlarda kazanmıştı.
dolan gözlerini tekrar aynadaki yansımasına çevirdi ve omzunun üzerinden arkasındaki boşluğa baktı. hiç var olmayanı düşündü; keenlemyekün. bunu kendi bile kabullenmemişti ama o vardı. onun elleri vardı, hiç tutamamıştı. onun ağladığı gecelerde sarılan bir bedeni vardı. onu düşünerek dinlenen şarkılar vardı. onunla izlediği filmler vardı. o tanıdığı herkesten bir parçaydı. birisi "sevdiğin biri var mı?" diye sorduğunda iki kere düşünmesine sebep olacak kadar vardı o; ama aynı zamanda bir o kadar da yoktu. yalnızlığına ortak ettiği bir hayalden başka bir şey değildi, bunu hiç umursamadı.
aynanın karşısından çekilip yavaş adımlarla tuvalete ilerledi. tuvaletler. fayanslar. sancılar. ağlama ayinleri. soğuk. hep ölüm. tuvaletin onun için anlamı buydu. her şeye bir anlam yükleyen zihni bu basit yere de derin bir anlam yüklemişti. bir elini dönen başına yaslayıp diğer eliyle bilinçsizce lavaboya tutundu. yüzünü yıkadı, kendine gelmeye çalıştı, son on beş yılda yaptığı gibi ve tabi ki gelemedi.
hayatındaki herkesin bir şeyleri vardı, onun neden olmasındı ki? onunda kendine gelemeyişleri vardı. baş dönmeleri, kan kusmaları. sürekli tekrarlanan ve hiç son bulmayan intihar düşünceleri. her sabah aynadakine iğrenç biri olduğunu fısıldaması vardı. yaptığı hataları tekrar tekrar yapması ve hiç akıllanmayışı. işlek bir caddede yürürken yoldan geçen bir araba görünce "acaba önüne atlar mıyım?" ya da mutfakta herhangi bir şeyi doğrarken "acaba bu bıçağı kendime saplar mıyım?" diye soruşları ve kendinden korkuşları vardı. her daim bedeninden ayrılmak isteyen özgür bir ruhu vardı. intiharı düşündü. yaşama ve ölme üzerine.
hiç-bir zaman eceliyle öleceğini ya da öldürüleceğini düşünmezdi ve bunu istemezdi. her zaman kendi canını kendi alacağını hayal ederdi. eceliyle ölseydi bu oldukça sıradan olurdu, ona yakışmazdı. biri öldürseydi, arkasından "yaşam dolu bir insandı, yazık oldu" gibi yanlış ve acınası cümleler kullanırlardı. intihar etmek en iyi seçenekti ama onunda farklı şekilleri vardı.
denizde boğularak intihar etmek istemezdi mesela, belki kıyıya vurmazsa onu günlerce arayacak insanlar olurdu, haberlere çıkar ve televizyon karşısında yemek yiyen birinin iştahını keserdi. ölümü birilerine herhangi bir şekilde dokunmamalıydı. yüksek bir yerden atlayarak intihar etmezdi, yere çakılana kadar pişman olmaktan korkardı. ilaç içerek intihar edemezdi, tuhaf bir şekilde hap yutamıyordu. madde kullanarak intihar etmeyi düşünmüştü ama aslında olmadığı biri gibi ölmek istememişti. kendini asmayı istemişti ama sonra onu asılı gören birinin gece kabuslarına girebileceğini farketti ve birinin unutamadığı o görüntü olmak istemedi. en kolayı ve kimseyi etkilemeyecek olanı bileklerini kesmekti, yıllarca düşünmenin üzerine bu kararı vermişti ve artık zamanı gelmiş gibi hissediyordu.
otuz yaşındaydı. otuz koca yıl görmüştü. otuz yılın hepsinde de acı içindeydi. kendine verdiği yaşam süresi onun için dolmuştu. lavabonun üzerindeki aynaya sert olduğunu düşündüğü bir yumruk attı. ayna yerine bileğinin kırılacağını düşünmüştü ama hiç-bir zaman düşündüğü gibi olmazdı. kırılan aynadan bir kaç cam parçası yere düştü. oldukça hissiz bedeniyle yere oturdu ve kendine yakın olan bir parçayı eline aldı. elindeki kırık aynaya baktı, baktı ve baktı. sona yaklaşmıştı, yıllardır hayalini kurduğu şey gerçek oluyordu. hiç-bir şey hissetmiyordu, ne hüzün, ne sevinç, ne pişmanlık. otuz yıldır hüküm sürdüğü bedeninde ona ait olan hiç-bir his kalmamıştı.
gözlerini kapattı ve hayatını düşündü. insanlar ölürken hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçerdi, öyle demişlerdi. ama olmadı. gördüğü tek şey koca bir karanlıktı. yalnızca sesler işitti. ardı arkası kesilmeyen sesler. geçmişte kalbini kıran ve asla onarılmayan sesler. "haklıysan bile susmalısın." "kucağıma oturmak ister misin, yeni bir oyun öğreteceğim." "senin annen-baban yok." "şımarık bir kız çocuğusun." "yalancı." elindeki aynanın en sivri kısmını bileğine yasladı. gördüğü kan onu korkutmadı. yatay hastane, dikey ölüm.
"gerçekten iğrenç bir insansın." "seni kim niye sevsin?" "çok değişmişsin." "sadece kendini düşünüyorsun." "keşke seni hiç doğurmasaydım." "senden nefret ediyorum." sesler arttıkça bileğindeki aynanın kontrolünü kaybediyordu. derine, daha derine. en derine.
"neden böylesin?" "ben senin saçlarını öremem, midemi bulandırıyor." "ilgi çekmeye çalışıyorsun." "buradaki tek sorun sensin." "yalnız kalmayı hak ediyorsun." "senin ölümün beni sevindirir." gözleri buğulandı, elindeki kırık parçayı bileğinden yukarı doğru çekti. acı yoktu, koca hayatında ilk defa acı yoktu. ruhu defalarca kez intihar etmişti, bedeninin ölümü ruhunun kurtuluşu olacaktı.
"ikimizden biri ölmeden hiç kimse rahat etmeyecek." duyduğu son ses annesinin sesi oldu ve gözleri karanlığa kavuşmadan önce dudaklarından tek bir cümle çıktı.
"rahatladın mı anne?"
140221-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
düğümlerimi çözememenin aynaları
Non-Fictionyasin ruhiye'ye şöyle dedi: "sen kendini kafanın içinde bir kışlaya kapattın, kendi acına asker ettin kendini." ben duraksadım orada biraz. instagram-twitter | @nerossable