Bölüm 1 (Monoton adam)

636 12 9
                                    

 Bir ölüyle arasındaki tek fark horultusuydu. Uyanamayacağından korkarak yastığının altına koyduğu telefonu; tüm iğrençliği ve vakurluğuyla çalıyordu. Her titreşimde beyni sarsılıyordu adeta. Hafif küfürler eşliğinde uyandı. İçinden hep şu lanet melodiyi çalan telefonu duvara fırlatmak; sürekli işe geç kaldığını belirten iş arkadaşlarına, ana avrat küfrederek rest çekmek geçiyordu. Naif bir tondaki sıcaklıkla gelen annesinin sesiyle uyanmak varken, şu mekanik zırıltıyla uyanmak canını yakıyordu. Aslında canını daha da çok yakan, annesinin o soğuk topraklar altında uyuyor olmasıydı. Sıradanlığında altında vasatvari paspal bir yaşam sürmüşlerdi ailecek. Onun bir getirisi olarak, kısa bir yaşam vaat edilmişti Tanrı tarafından onlara… Kimileri 60’lık babalarıyla 70’lik devirirken, kimileri gemicikler alıp borsa hisselerine girerken; o henüz 60’ına yeni girmiş babasını, 2 sene ardından anasını bırakmıştı kara toprağa. Daha doğmadan yetim kalmış, Mekke’li peygamberi daha çok anlar olmuştu…

 Ayağa kalktı. Atleti, kıllı vücuduna yapışmış gibiydi. Kirli sakallarını kaşıdı. Ne de çabuk uzamışlardı?! Daha dün kesmemiş miydi? Günlük rutin işlerini halletmeden önce Beethoven’dan Moonlight Sonata açtı. Bu sabahları gerçekleştirdiği en “temel” rutinlerden biriydi. Traş, Tuvalet, Duş, Kahvaltı, Bulaşık, Kahve… Saat 9 olmuştu. Her zaman yediği 3 saatini tekrar içinde sürdürmeye devam etmişti. Evden çıkmak üzere son bir sigara yakıverdi, son 5 dal kalmış olan paketten çıkartarak sigarasını… Chopin’in Nocturne’u çalarken bilgisayarından; “Günaydın” mesajını almıştı. Pek iddialı bir erkek sayılmamasına rağmen, bir erkeğin kolaylıkla sahip olamayacağı bir kadını elde etmişti. Sahi ya, nasıl yapmıştı bunu? Elif, çekici, güzel ve sevimli bir kadındı. Ayrıca bir o kadar da mütevazi. Ancak o, çekilmez, mızmız, bastırdığı duyguları kadınının dizginleyeceğini varsayarak tüm sinirini ve hırsını döken, buna karşın ortaya sadece sıvanmış bir bok bırakan, tüy dikmeye hazır bir adamdı. Tüm bunlara rağmen ona katlanması nasıl bir duyguydu hayret ediyordu. Belki de Elif’inde çekilmez yanları vardı. Kim bilir? 
 ”Günaydın” cevabını verdi. “Nasılsın?”… Bitirdiği sigarasını söndürdü, yarısı dolmuş bir bardakta. Kabanını sırtına attı, soğukça şehrin sokaklarına çıktı. İstanbul bu kadar soğuk olmazdı oysa ki? Bu insanın kemiklerini titreten esinti de neyin nesi? Otobüs durağına kadar titreyen bir vücutla yürümüş, yüzüne bir tokat misali çarpan rüzgarın vicdansızlığına karşı Tanrı’dan aman diliyor, otobüsün gelmesi için niyazlar ediyordu. Şansına gelen ilk otobüsün kendi güzergahı olduğunu farketti. Buram buram ter, ağız ve karbonmonoksit kokan otobüs, vicdansızlığıyla ünlü temiz havaya karşı direnç gösteriyordu sanki… Ajans her zamanki gibi onu bekliyordu. Yapılması gereken tüm ayak işleri, montajlar, kurgular, hatta getir götür! Tüm bunlara karşın aldığı para çoğu zaman kendini bile geçindirmesine müsaade etmiyordu. Yine sosyopatik isteklerle dolu, dışı güzel, içi dışkıdan hallice metropolitan “manken” kızları… Bitmek tükenmek bilmeyen istekleriyle, tripleriyle, hayattan soğutan davranışlarıyla yeni bir güne merhaba diyorlardı sanki. Ajanstaki en iyi arkadaşı, Mehmet girmişti içeri. Yüzü gülüyordu. Yanına geldi; “Müjdemi isterim, baba oluyorum!” dedi. Sevinmişti. Zira Mehmet iyi bir adamdı. Sistemin sağa sola savurduğu güçsüzler diasporasının masum vatandaşlarından biriydi. “Tebrik ederim kardeşim, Allah analı babalı büyütsün.” dedi gülerek. “İtiraz istemem” dedi Mehmet, “Bu akşam içeceğiz. Benden!”. 
 Hayatının dönüm noktası olduğunu bilmeden, değişmeyen bir gülümsemeyle kafa sallıyordu. Ne yazık, İbn-i Arabi’nin söylemleri gibi, insan kaderini bilemediği için kimi zaman ölüme gitmez mi? 

Ruh AdamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin