Bölüm 2 (Kıvılcım)

257 6 0
                                    

 Gün hızlı ilerliyordu. Çekimler, kurgu, gelip giden kahveler, gerçekleştirilen ayak işleri… Klas bir koşuşturmaca. Bilgisayarda yaptığı son düzenlemeyi kaydetti ve klasörü kapattı. Saat 8 olmuştu. Derin bir “oh” çekti. Bir gün daha atlatılmıştı. Ne muhteşem! Sistemin elleri ve kolları bağlayıcı gücüne karşı insanın “umarsız” direnci zamanı hızlandırıyor, kısmi manada gündelik zaferler kazandırıyordu. Kara paltosunu üzerine geçiren Mehmet, heyecanı ve mutluluğu yüzünden okunurcasına fevriydi. “Haydi” dedi, “Gidiyoruz.”… Aşağıya indiler. Kalabalığa bakıyordu. Herkes, ama herkes birbirinden uzak, bir o kadar da soğuk saçma enstantaneler saçarak oraya buraya savruluyorlardı. Hemen dev apartman kapısının yanında, yırtık pırtık kıyafetleriyle dilenen, 2-3 yaşlarındaki pislikten siyahlaşmış çocuğa bakıverdi. Paltosunun iç cebinden, Camel paketinin yanına sıkışmış 2 lira kadar parayı atıverdi çocuğun önüne. “Haydi oğlum, bekliyoruz ama!”. Mehmet’in sesiydi bu. 2007 model albea aracın içinde değilde, sanki BMW i8 içerisinde yarışa hazır bekleyen gençler gibiydi. 
 Akşamın karartısı, soğuk oranını artırmıştı sanki. Paltosunun yakalarını kaldırdı, yüzüne çarpan rüzgar, nane aromalı traşının gezdiği yüzüne ayrı bir acı veriyordu. Hızlı adımlarla geçti arabaya, çocukla göz göze gelmişlerdi. Yaktı bir cigara… Mehmet’in içerisindeki neşe saniyeler geçtikçe büyürken, o daha çok karamsarlaşıyordu bu ‘lanetli’ şehirde. Yenikapı taraflarında ufak bir lokantaya gelmişlerdi. Önce dumanı tüten bir kuru fasulye yediler, sonrasında ise pilav katıldı buluşmaya. Siyaset, Futbol, Askerlik, Hayat gibi tüm erkeksi konular yatırıldı masaya bir bakirenin yatağa uzanışı misali. Bir anda vahiy gelmişcesine kelimeler döküldü ağzından Mehmet’in; “Haydi, içmeye gidiyoruz.”
 İtiraz etse de, Mehmet kabul etmedi. Gitmemeliydi. Elif’i aramalıydı. Elif’le olmalıydı. Şu ruhu bile bulunmayan, çürümüş cansız bedeniyle dünyanın bir noktasında kalmış şehirde onu hayata bağlayan tek tutku, tek özlem Elif’ti. Hayatları, ideolojileri, fikirleri, bakış açıları, her şeyleri farklıydı. Belki de farklılıkların farkındalığı birleştiriyordu onları. Her ne kadar onu mutlu edemese de, tam olarak hissettiremese de kendince, seviyordu onu. Uğruna her teferruattan vazgeçecek kadar… Hazır böyle söylemişken onu özlediğini farketti, ona sarılmak istiyordu. Cebinden çıkardığı telefonla aradı; meşgul çalıyordu. “Neredesin Elif? Nerede?” 
 ”Karga” adındaki bara gelmişlerdi. Genellikle herşeyini kaybetmiş bedbaht serseriler, entelektüel kişilikler ve birtakım lümpen burjuvazilerden ibaret arada derede kalmış, hafif müzikler barındıran bir bardı burası. Bira ile başlayan konçerto kısa sürede, şarapla devam etti. Ancak 1600’lerden kalma bir burjuva eğlencesi değildi bu. Kısa sürede Mehmet’in isteğiyle votka, tekila, likör ve en sonunda rakılar oturmuştu masaya. Dolu inip boş kalkan bardaklar, sürekli tazelenen tabaklar, ağır bir sigara kokusu, soğuk savaş bitimi Pentagon sevincini andırıyordu. Saat 00:20 gibi kalktılar. Ceplerindeki paralar, ortaya konan kartlar, hatta birbirlerine taktıkları borçlarla günü atlatabilmişlerdi. Yarın üzerlerine binecek sıkıntıyı umursamadan. Dışarı çıktılar. İstiklal caddesi eski kalabalığını gecenin azizliğine bırakmış, insanlar oldukça azalmıştı. İşte o an, hayatını değiştirecek birşey olmuştu, bu ruhlaşmış adamın partiküler zihninin partizan gönlü için! Bir kadın… 

Ruh AdamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin