Keyifli okumalar.
Oy vermeyi unutmayın lütfen.
Sevgili günlük,
Merhaba, bugün yine ısrarla karşıma çıkan bir sözle sohbetime başlamak istiyorum.
"Sermayesi eriyen şu buz satıcısından buz almak isteyen yok mu?"
Buz satıcısı, sıcağın beyin kavurduğu bir zamanda sokakta bu sözleri bağırarak buz satmaya çalışıyormuş. Hikaye bu kadarmış. Bu hikaye o kadar çok karşıma çıkmaya başladı ki düşünmemek elimde değil. Sermayesi eriyen bir satıcı... Sanki hayatın ta kendisi gibi değil mi?
Bizim de sermayemiz zaman ve bu öyle hızlı ve öyle merhametsizce ilerliyor ki bunu değerlendirebildiğimiz çok az bir zamanımız var. Sevgili günlük, sermayem azalıyor ve ben henüz kendimi dahi nereye ait olması gerektiğini kavrayamamış, merhamet dilenen fakat bunu ne için istediğini bile bilmeyen bir divane gibiyim.
Daha ne kadar yaşayabilirim daha ne kadar sermayem kaldı bilmiyorum. İşin kötü yanı bu değil, işin kötü yanı elimdekilerle ne yapacağımı ya da ne yapmam gerektiğini bilmemem. Bir film izlemiştim bir keresinde orda insanların kolunda saat vardı ve o saat ne kadar ömürleri kaldığını gösteriyordu. Şimdi oturup filmi anlatacak değilim ama şimdi orda olduğu gibi ne kadar zamanım kaldığını bilseydim acaba bazı şeyler değişirmiydi diye düşünmeden edemiyorum. Şu an da hayalini kurduğum onca şeyi hayal etmeye devam edermiydim? Ertelediklerimi daha fazla ertelermiydim? Bilmiyorum ama daha fazla kendimi kaybedecek yollara girermiydim diye sormadan edemiyorum.
Daha tuhafı ne biliyor musun sevgili günlük, ertelememin, hayal etmemin ya da girdiğim yolların hayatımın sınırıyla alakasını anlayamıyorum. Bilseydim değişirdi hayatım, başka olurdu dediğim ne varsa neden şimdi bunu düşündüğüm anda biliyormuşçasına hareket etmediğimi anlamıyorum. Sanırım hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama bağlılığımızdan, diyorum kendi kendime. Yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmıyor oluşum da benim ahmaklıklarımdan bir diğeri aslına bakarsan. Neyse şimdi bak aklıma ne geldi. Dur anlatayım.
Bir keresinde, üniversitede bir grup arkadaşla beraber huzur evini ziyarete gitmiştik. Önce erkek bölümüyle görüştük. Orada onlarla şarkılar söyledik, ben onlara şiir okudum, bağlama çaldık...
Sohbetler ettik. Bu sohbetler inan bana hala hayat kokan ve yaşama bağlı sohbetlerdi. Yıllar insandan sadece güç eksiltiyor sanırım. Dünyaya olan bağ, ne yaşanmış olursa olsun asla azalmıyor. Bunu çok net gördüm. Kiminin gözlerine işlenmiş o kırıklıklar, kırgınlıklar sadece insanlara olan bağı çürütmüş. Hayatla, yaşamakla hiç bir dertleri olmadığına emin olabiliyordu insan. Ölüm hiç gelmeyecekmiş gibi yaşamaya devam edilebiliyordu. Hala siyaset tartışmaları, hala futbol takımı karşılaşmaları ve hala çalışıp para kazanılması gerektiği fikri eksilmiyordu...Kimse onları oraya bırakanlardan söz etmedi. Hiç biri o yarayı göstermek istemedi. Güçlü görünmek ve yarayı gizlemek o yaşta devam ediyordu. Geçmişteki hatalardan, pişmanlıklardan, yaşanmaya mecbur kalınan hayırsızlıklardan kimse söz etmiyordu. Sevgili günlük sence bunları konuşmanın, anlatmanın bir manası olmadığını düşündükleri için mi hiç birisi bu konulara girmiyordu. Hayat hikayeleri, sadece güzel ve mutlu olduklarını hatırladıkları anlardan ibaretti. Oysa sevgili günlük acı daha kalıcı değilmidir? Onlar yani acılar daha çok hatırlanmaz mı?
Sermayeleri eriyip giden ve bitmek üzere olan -en azından daha çok gözle görünür olan- bu ihtiyarların, gençlere verebilecekleri bir hayat dersi ya da satıcı tecrübesi yok muydu? Vardı da ne diye tek kelime bundan söz etmediler!
Neyse sonra kadınlar bölümüne geçtik. Bunlar çok daha başkalar. Çok daha güzeller. Her biri ayaklarında cenneti barındırmış ama evlatları onlara barınacak bir yer bırakmamış. Kendilerini örgüye, dantele vermişler. Ara ara, pek anlaşamasalar da tatlı sohbetleriyle vakit geçirmişler. Biliyor musun sevgili günlük. Kadınlar çok özel yaratıklar. Erkeklerden çok daha güçlüler ve çok daha güzeller. Onların gözünde hayat, hayal gibi bir şey kalmıştı. Ne keder ne hüzün ne de kırgınlık onların insanlara olan sevgisini yıkamamıştı. Hala daha gözlerinde bizlere bakıp evlatlarını hayal edenler gördüm. Bize bakıp onları düşünürken ve onlara dua ederken buldum.
Onlarla da bağlama çaldık hatta bağlama eşliğinde şiir okudum onlara. Kitabımı da hediye ettim hepsine. Okurlar belki diye. Sevgili günlük hiç unutmam şu olay bence hayatımın en anlamlı olaylarından birisidir. Dinle bak.
Bizim kıymetli bir arkadaşımız bağlama çalıyor, ben de yanında kitabımdan bir şiir seçmiş okumaya hazırlanıyorum.
Çember olarak oturduğumuz görüşme salonunda yaşlı teyzelerden biri ikisi kendi arasında fısıltı şeklinde konuşmaya başladı...
"Çok güzel çalıyor."
"Hangi şarkı bildin mi?"
"Bilemedim, hangisi?"
Tabi bu konuşmalarını bölmemek için de ben de şiire giriş yapmadım. Aradan bir teyze çıktı daha doğrusu çıkıştı.
"Yav kadın, iki dakika müsaade ette bir şey dinleyeceğiz şurada, bır bır bır. Oğlan bir şeyler okuyacak bize az sus hele..."
Cevap gelmedi, arkadaşta baştan başladı müziğe... Başladım şiirime ve bitirdim. Hani olur ya bir kalabalığa bir performans gösterirsin. Alkış kıyamet falan kopar. Sevgili günlük, çıt çıkmadı. Herkes sadece bize bakıyordu. Anlamadım tabi. Alkış beklediğimden değil tabi ama bir tepkiye ihtiyaç duydum o anda. Bilemedim ve bir şiir daha okudum. Bu sefer şiiri bitirince de bitti bu kadar dı diye de belirttim. Ne oldu neden böyle oldu inan bilmiyorum. Beğenmediklerinden değil bunu biliyorum. Kiminde gülümseme, kiminde bir göz dolması kiminde baş eğmesi gibi tepkiler oldu ama ben daha net bir tepki bekliyordum galiba. Bilmiyorum.
Sonra hemen sağımda, boynundan aşağısı felçli olan teyze, hemşire yardımını istedi. Bize doğru yöneltildi. Sonra şu unutulmaz cümleleri söyledi bizlere...
"Yavrum, size verebilecek bir şeyim yok. Kabul edin size 10 tane ihlas hediye ediyorum." dedi...
Sermayesi eriyen... Şu fakir satıcıya...
Hemen yanı başında oturan teyze de "Benim oğlum da elektirik mühendisi, çok çalışkan çok akıllıdır." dedi. Şu cümleler ağlamalarımızı tutmamıza yardımcı oldu. İçten içe de sinir birikiyordu içimizde. Sen oğlunu okut o seni buraya koysun. Hak mı bu der gibi. Hayatı çok iyi okumuş anlamışız gibi, hayat dersi veriyoruz içimize. Anlattı durdu oğlunu, ara ara dalıp gidiyordu ama yine dönüp yine anlatıyordu oğlunu...
Bir sermayesi eriyip giden daha der gibisin sevgili günlük...
Bu teyze alzaimer hastasıymış biliyor musun? Gitmeden evvel hemşire söyledi bize de. Her şeyi unuturmuş. Oğlunu unutmazmış. Şimdi bir daha düşün sevgili günlük. Ne bu? Nasıl bir şey bu?
Zaman eriyip gidiyor, çokça şefkat, çokça merhamet ve çokça sevgi ile satılacak olan bu sermaye nelerle ziyan oluyor, nerelerde israf ediliyor. Biraz hüzün, biraz keder ve birazcık kırgınlığa dahi razı gelinebilecekken nelerle muhattap kalınıyor.
Sevgili günlük, ben yitip giden bu sermayemin derdindeyim. Zamanımdan, hayatımdan çalanlardan davacıyım. Başta da kendime davacıyım. Helal etmeyeceğim hakkımı kendime.
Korktuğun için hayattan, dokunamadığım her hikayeden,
umut ile beklerken erittiğim sermayemden ve daha nice pişmanlıklardan dolayı affetmeyeceğim kendimi.Kendimi sevmeyi ertelediğim ve başkalarının ardına ittiğim için,
geç kaldığım için ve daha da yapacaklarım için kusuruma bakacağım.***
Sevgili okur, bu metinde bulunan bazı soruları sana sormuşum gibi cevaplarsan çok sevinirim.Merak edenler için söyleyeyim burada yazan hikaye harfi harfine gerçek bir hikaye.
1-Siz büyüklerinizi huzur evine verir miydiniz? Neden?
2-Sizce sermayemiz erirken en iyi yapılabilecek şey ne olabilir?
3- İnsanlar neden anne ve babasını huzur evine verir? Gerekçelerinin çözümü gerçekten yok mu? (Biliyorum bazılarının evladı, kimi kimsesi yok. Onlardan söz etmiyorum.)
Bir sonra ki bölümde görüşmek üzere...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevgili Günlük ve Ben
Ficción GeneralHangi hayatın rengi bir başkasının gökkuşağını kirletebilirdi ki? Yalanlar, yaralar, keder ve birazcık mutluluktan ibaret ruh ve onu taşıyan ceset! Kim kaldırabilirdi ki yere aşık olanı? *** Hayatın kendi içinden, tüm problemlerden ve arayışlardan...