Aşka Küsülür mü?

358 252 99
                                    

Aşka küsülür mü Leyla kördü diye?

Bu sefer sana gelirken, seslenmeden farklı bir giriş yaparak geldim karşına. Bunu sana karşı bir saygısızlık olarak görme sevgili günlük. Bunun da bir anlamı var. Aşka olan acziyetim, zaafiyetim ya da tanımlanamaz bir yaram var işte. O yüzden senden evvel ondan söze girmemi maruz görmen gerek...

Neyse uzatmayayım bu konuyu. Belki de sandığım kadar önemsememişsindir bile. Sandığım kadar da takılıp kalmamışsındır belki. Biliyor musun aşk insana bunu çok yaşatıyor. "Neyi?" dediğini duyar gibiyim.

Bunu işte. İnsan sürekli bir pamuk ipliğine bağlı ve sürekli sanmakla geçirdiği hislerini aşk olarak yorumlamakla meşkul. Oysa yorumlanabilir bir mesele olmaktan çıktıktan sonra hakikat ortaya çıkıyordu. "Ben onu seviyorum! Tırnağını dünyaya değişmem!" gibi cesur tavırlarımızla da harlarız bu ateşi. Oysa o ateş harsız, dumansız ve sadece içine aldığını değil, yanından geçeni dahi yakan bir şeydi. O ateşe düşen tek değildi yanan anlayacağın.

Sorsan ondan büyük ondan yüce ondan daha da kıymetli bir his bulunmaz bu dünyada. Peki gerçekten anlatılanlar kadar mıydı? Mecnun'un çöle düşmesi, Kerem'in dağları delmesi, Hz. İbrahim (A.S.)'in o ateşi anlatılanlar kadar mıydı? Bana sorarsan yüz milyonlarca kitap okusan, 8957 kilometre yolda alsan, bütün köylerin kapılarını da aşındırsan anlatılanlar, aradağını yaşarken öğreneceklerinin sadece bir kaç saniyenin karşılığı olabilir.

Var ya hani bir söz, "Anlatılmaz, yaşanır!" diye. Tamam bunu demek istemiyorum. Anlatılır tabi ama yaşansa daha da güzel olurdu diye de hep bir yarımlık hissiyle kalıyorum bilmiş ol. Ben sana aşkı anlatacağım. Aşkın zerresini değil. Her zerresini!

Fakat, merak etme kızmayacağım sana beni anlamadığında. Çünkü benim anlattıklarımdan zerresini anlayacak olsan kendimi şanslı hissedeceğim.

Dinle...

Bir çocuksun! Bunu bildiğin günden, en son ne zaman çocuk olduğunu hatırlamadığın güne kadar, hasretini yaşadığın ne varsa, bir anda kavuşmuşsun...

Dinle...

Kanadın kırılmış, uçmayı unutacak kadar da uzun sürmüş iyileşmen. Bir kuşsun ve bir kafese kapatılmışsın. En son ne zaman uçtuğunu bile unutmuşsun. Sonra birden kırıp, yıkmışsın kafesini. Kendi özgürlüğünü ilan etmişsin. Gökyüzüyle senin aranda sadece bir kaç kanat çırpışı kalmış. Cesaret edemiyorsun. Unutmuşsun uçmayı. Sonra buna değer diyor, atıyorsun kendini aşağıya. Ya uçarım, bu kanatlar beni taşımaya razı gelir ya da düşer ölürüm. Uğruna ölecek bir şeye sahip olurum demişsin...

Dinle...

Yola çıkmışsın. Kendini arıyorsun. Ararken kaybettiklerini de hiç mi hiç umursamıyorsun. Bu yolculuğunda ne bir bardak su ne de bir kap yemek bulabiliyorsun. Günler geçiyor, geceler bitiyor. Bu yolculuğun son durağı bir çöl. Bir bardak su çıkıyor karşına. Olur da kana kana içmeye kalkarsan o su seni öldürecek. Çünkü uzun süre su içmediğin için birden suyu bedenine alırsan bu su zehirin olacak biliyorsun. Önce dudaklarına sürtüyorsun. O suyu içmek arzusuyla savaşırken kafayı yememek için de direniyorsun. Sonra damla damla, yavaş yavaş suyu içmeye çalışıyorsun. Bardakta ki su bitiyor. O bardak su senin suya olan muhtaçlığını perçinliyor. Eğer o suyu içmeseydin daha fazla yaşayacaktın. Çünkü susuzluktan daha beteri o suya olan ihtiyacın farkındalığı ve bunun yokluğu. Susuzluk değil seni doyumsuzluk öldürecek bunu öğreniyorsun. İşte tam bu sırada kendini buluyorsun çölün orta yerinde. Sen bir balıksın!

Dinle... Sevgili günlük dinle ama dinlemekle kalma. Çünkü eğer beni durdurmazsan, parmaklarım kopana kadar, en son ne zaman çocuk olduğumu unutana kadar, uçmayı unutup, ölmeye değecek bir dava bulana kadar ve çölün ortasında bir balık olduğumu fark edene kadar sana anlatmaya devam edeceğim. Engel ol bana. Çünkü daha uçurulması gereken uçurtmalarım var benim. Daha koklamam gereken papatyalar ve sohbet etmem gereken kelebekler var. Beni bekleyen bir sevdam var.

Ahh... Bak sevda dedim sana bir yakınımın sevdasından söz edeyim de kendimi bu aşkı tanımlamalarından sıyırayım.

Bu yakınım bir gün bir kıza ciddi anlamda vuruluyor. Bak şimdi! Olmadı böyle başlamak. Olurda burayı okuyacak olsa kızardı bana. Bu kadar basit olmamalıydı diye.

Zaten ben sana onun sevdasının tamamını anlatamam sana. İyisimi bir kaç giriş yapıp asıl anlatmak istediğim yere getireyim konuyu.

Bunlar çok sevdiler birbirlerini. Öyle ki biri kanadı kırılmış o kuş olmuştu diğeri ise yola çıkmış o balık. Ayrılıp barıştıkları çok oldu. Bizim balık, kuşun ailesiyle yani kafesiyle çok uğraştı. Ne yaptıysa da ona bu özgürlüğünü veremedi. Bu kuş da ancak bir bardak su verebildi. Biliyorsun konuyu. Damla damla içmesi gerekiyordu bizimki. Bitincede o bardak, doyumsuzluğuyla başbaşa kalıp. Balık olduğunun acısını yaşıyordu çölün ortasında.

Bizim bu kuşun, annesi, kuş daha çocuk yaşındayken ölmüş. Babası desen yeni bir kadınla evlenip alıp başını gitmiş. Bizim kuş, abisi, kız kardeşi ve erkek kardeşiyle ayakları üzerinde durmaya başlamış. Kanadının kırıklıkları da burdan geliyor aslına bakarsan. Kafesi de kardeşleri ve abisi...

Bizim balık, ne yaptıysa ne ettiyse bu kuşa özgürlüğünü verememiş. Yola düşüp, kendisini araması da bundanmış zaten. Ama yine de kuşa vurulmuş bir kere. Hatta bak şu kuşun kafesi yok mu, bu kafes bizim balığı çok yormuş, çok yaralamış. Kuş kaç defa bu kafes yüzünden sırtını dönmüş bizim balığa. Bu hikaye bozuk plak gibi bu şekilde devam ediyor.

Sonu yok mu dersen eğer, var!

Fakat iki senaryo var. Hangisi gerçek son olacak kimse bilmiyor. Ne kuş ne balık. Kimse bilmiyor.

Kuş kafesini kırıp yıkacak ve oradan atlayıp uğruna savaşacağı o şey için deneyecek. Aslında hikaye tam olarak burada çatallanıp ikiye ayrılıyor.
Birincisi, kuş atladığı o uçurumdan, balığın iyileştirdiği kanatlarla uçmayı başaracak ve gelip o balığı çölden kurtaracak. Okyanus serinliğinde bir hayat sunacak. İkincisi ise, o kuş asla uçmayı başaramayacak ve yere çakılıp ölecek. Balık ise bir bardak suyun getirdiği doyumsuzlukla çölün ortasında ölecek.

Sevgili günlük, biliyorum. Bir şey söylemene gerek yok. Ben her zerresini anlattım fakar sen tek bir zerre anladıysan yeter de artar bana. O yüzden şimdi ben en son ne zaman çocuk olduğunu hatırlamayan ve milyonlarca hasret biriktirmiş olanın yanına gideceğim. Bu yüzden müsaadeni isteyeceğim. Bana o çocuk kim diye sorma. Belki bir gün bahsederim sana o çocuktan. Şimdilik hoş kal.

Şu şiirimi de okutmadan gitmeyeyim.

Her Şey Sen Aslında

Gel(de), yeşersin kurak iklimde suya hasret topraklarım

Gül(de),çiçekler açsın güzümde, gökkuşağına değsin yüzümde

Çocukluğumu özlüyorum, yorgansız kaldığım bu şehrin ayazında

Bilmiyorum bu hasret kaç yaşında!

Gel(de),Utansın halime gülenler

Gül(de), anlasınlar gülmeyi bilmeyenler

Gönlüm sana yeşermiş bir papatya, yapraklarında sevmiyor-u barındırmayan

Kokusunu ölümüme saklayan

Sen Bir kuş için gökyüzü

Bir Balık İçin Deniz

Bir ben için AŞK-sın

BEN kafeste sana uçmaya hasret bir kuşum

Üzüldüğüm, demirlerin bana engel olması değil.

Gökyüzünün böyle gönlüme dolması

Sen bir günsün kelebek için

Bir pamuktan şeker çocuk için

Bir cansın ruhum için

BEN senin gönlüne konmayı bekleyen kelebeğim

Bu gün ölsem de sana gelmekten vazgeçmeyeceğim!

BEN SEN(im)

HER ŞEY SEN ASLINDA!  

-Burak Yalçın-

***
1-Aşk nedir?

2-Siz burada geçen, çocuk, kuş ve balıktan hangisi olurdunuz? Ya da var mı başka bir tarifiniz?

Güzel fikirlerinizi, yorumlarınızı eksik etmeyin. Beğendiyseniz oy vermeyi de unutmayın olur mu canlar!

Sevgili Günlük ve BenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin