Öğlen saatleriydi. Bir krallıktan diğer bir krallığa prens ve prensesin henüz plan aşamasında olan evlilikleri için sabahın erken saatlerinde yola koyulmuş olan ordu, bunaltıcı öğlen güneşiyle bir mola verme ihtiyacı duymuştu. Görevli askerler ağaçlık bir bölge bulup bölgenin güvenliğinden emin olmuş, daha sonrasında acıkan ve susayan atları çimenlere doğru sürmüşlerdi. Ağaçlık bölgenin belki de en büyük ağacına arkasını dayamış olan Jeongguk, yolculuk boyunca okumak için getirdiği kalın kitaplarından birini eline almış okuyordu. Normal şartlar altında prens, sadece elindeki kitaba odaklanır, dış dünya ile bağlantısını kesip kitabın içindeki alemde gezintilere çıkar ve böyle böyle bir haftada birden fazla kitap bitirirdi. Ancak genç prensin odağını bozan şey ne diğer günlere nazaran sıcak olan havada esen tatlı rüzgâr, ne gevezece ötüşen kuşların cıvıltısı, ne de ileride, kitap okuyan prenslerini rahatsız etmemek adına sessizce şakalaşıp gülüşen askerlerdi. Prensin dikkatini bozan tek şey bir türlü durduramadığı düşünceleriydi. Prensin kaşları vücuduna yayılan sinirle çatılmıştı. Yaklaşık yirmi dakikadır fazlasıyla ilgisini çekerek başladığı bu kitaba odaklanmaya çalışıyordu ama satırları okurken aklında canlanan tek şey bir çift çocuksu kahverengi göz, tombul yanaklar, dolgun pembe dudaklar ve çilek kokulu sarı saçlardı. Bir aşk romanı okuyordu, bunun hizmetçisiyle ne gibi bir bağlantısı olabilirdi ki tanrı aşkına?!
Prensin sinirle nefesini soluduğu sırada kulaklarına gelen bir çift ayak sesiyle gözlerini kitabından kaldırmış, sesin kaynağı olan kişiye çıkarmıştı. Son birkaç dakikadır kendi kendine sinirlendiği hizmetçisi elinde metal bir kupayla prense çay getirmişti. Jimin ile uzun süredir konuşmadığını, hatta göz göze bile gelmediğini fark etti Jeongguk. Bileklik olayının üzerinden birkaç gün geçmişti. O günün sabahı ve sonraki günlerde genç hizmetçi prensten önce uyanıp çadırdan çıkmış, gün boyu prensin gözüne gözükmemeye çalışmış, hatta yolculukta bile atını arka taraflarda sürmüştü. Jimin, elindeki metal kupayı Jeongguk'a doğru eğilip uzatırken, selam vermeyi de unutmamıştı. Prens, ne zaman yumuşadığını anlamadığı bakışlarını hizmetçisinden çekerek kendisine uzatılan metal kupayı ellerinin arasına almıştı. Hizmetçisini gördüğü an, az önce ona kızıyor olduğunu bile unutmuştu neredeyse. Genç hizmetçinin hiçbir şeyden habersiz çocuksu masum yüzü, her daim en ufak bir olayda pembeleşen yanakları ve çekingen bakışları anlayamadığı bir şekilde kalbini yumuşatıyordu. Geçen günlerde Jimin'in üzerine fazlasıyla gittiğinde de gece vakti pişman olmuştu. Garipti, Jeongguk için.
"Teşekkürler Jimin-shi." Prens, saray görevlilerinin kendisi için yaptığı bitki çayından bir yudum aldıktan sonra konuşmuştu. Hizmetçi, efendisine tekrardan selam vererek arkasını dönüp uzaklaşacakken ani bir kararla vazgeçmiş, biraz çekinerek de olsa prensin birkaç adım ötesine oturmuştu. Çimlerin üzerine oturmayı görmezden gelip bacaklarını kendisine doğru çekmiş, kollarını etrafına sarmıştı. Efendisi kitabıyla ilgileniyorken onu böldüğü için azarlanmaktan korksa da merakına yenik düşerek sormuş, çekingen bakışlarını yavaşça efendisine yöneltmişti.
"Kitabınızın konusu ne, efendim?"
Hizmetçinin ağzından çıkan kelimeler, birkaç günlük tıp oyununun ardından Jeongguk'un Jimin'den duyduğu ilk sözler olabilirdi. Memnun bir gülümseme yüzünde belirirken gözlerini kendisine bakan bir çift meraklı göze dikmişti.
"Bir büyücü ve köylünün imkânsız aşkını anlatıyor."
"İlgi çekici... eminim ki çok güzeldir."
Jimin'den aldığı yanıtla prensin yüzündeki memnun gülümseme biraz daha büyümüştü. Küs gibi oldukları hizmetçisi küçük bir çocuk kadar çekingen olmasına rağmen meraklı bir şekilde kendisinin elindeki kitapla ilgileniyordu. Jeongguk'un bakışları Jimin'in üzerinde biraz daha yoğunlaşmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Abyssos • Jikook
Fanfictionprens jeon arzulamaması gereken tek şeyi arzulamıştı. hizmetkâr jimin'in dudaklarını.