Bölüm 6 (Doğum sancısı)

122 3 0
                                    

 Hayatı bir dolu belge şürekası yüzünden yok olmanın eşiğine gelmişti. Zihni bomboştu. Acı veya tatlı, nefretvari veya merhamet içeren hiçbir duygu veya düşünceye odaklayamıyordu kendini… Etrafından umursamazca geçen insanlar, kendinden geçercesine bağıran tüccarlar ve arabaların gereksiz mekanizminden çıkan gürültüler sarıyordu sanki şehrin etrafını. Ağır adımlarla indi kumkapı sahiline. Henüz lise çağında; arlanmaz duyguların masumane yansımalarını gerçekleştiren bakir sevgililer, tüm hayata karşı bıkkınlığını; hobi olarak yaptıkları balıkçılığa dökmüş olan, deneyim dolu kırışıkları ve ağızlarının kenarındaki sigaralarıyla rakipleri olan martılara inat kişilikler, ufak bir kültürel birikim kazanma adına şuradan buradan gelmiş turistler… Renk cümbüşü. 
 Sıçrayan dalgalar, çıkmaya yüz tutmuş sakallarına vuruyordu. Nasıl olurdu bu? Neden? Hayatı boyunca işlediği en büyük suçu 8 li yaşlarda bakkaldaki cipsoları çalmak olan bu adamın suçu ne olmalıydı? Tanrısal bir irade miydi bu, yoksa bir yazgının hazmı zor sonucu mu? Tanrının gazabına uğramamak veya kahraman olmak için cips çalmak yeterli değildi. Daha fazlasını, çok daha fazlasını; bir halkı mı soymak gerekirdi? Titreyen ellerini, kağıtları buruşturmayı göze alarak gelişi güzel soktu ceplerine. Etrafındaki insan sürüsüne, trafik boyunca küfür niteliği taşıyan kornalarıyla gezen araçlara, oradan oraya savrulan sosyal hayatın vakur uşaklarına baktı. İçinde derinden gelen bir nefret duygusu vardı. Öylesine şiddetliydi ki, hiç geçmeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Zaten vasat bir karamsarlıkta olan hayatı bununla yetinmeyip karanlığını perçinlemişti. Elif ne olacaktı? Ona ne diyecekti? Biraz şahbaz, eğlenceli dırdırcılığıyla onu bunaltsa da, post modern karanlığın içinde yakılmış bir alev gibiydi; Işık tutan, ancak yaklaştıkça yakan. Her şeyden kaçtığı sığınağına, kadınına ne diyecekti? Hayatı boyunca yalnızlıkla mahkum edilmesiyle yetinilmemiş, üstüne bağışıklığının düşüşe yakın geçtiği her durumda hücuma kalkacaktı bu vandal virüs! İnsanın ecelini bilmesi ne acı?! 
 Sinir katsayısının delilercesine arttığı bir anda, karşıdan gelen 3-5 yaşlarındaki kız çocuğunu gördü. Omuzlarına akan sarı saçları, pamuktan hallice bembeyaz teni ve deniz mavisi gözleriyle gülüyordu ona. Elini salladı kız. İçerisindeki sinir, nefret ve tüm hamasi duygular takıldı bu küçük kızın ellerine. Ona vaadedilmemiş yaşamı vaat etmişti sanki. İçini dolduran tarifi imkansız bir merhametle kaldırdı ellerini küçük kıza. Arkadan hızla gelen annesi, kızının eline yapışarak süzdü etrafı. Annelik içgüdüsü olsa gerek. Kızının baktığı bu ne idüğü belirsiz kişiliğe selam çaktı gözleriyle. Annesinin omuzlarından dünyayı seyreden bu kıza karşı son kez salladı elini. Tanrıya mı, yoksa kadere mi kızmalıydı; En nefret dolu anında, hiç bir zaman sahip olamayacağı sevgi dolu bir yaratık tarafından sakinleştirilmişti. İroninin böylesi?! 
 Evinde, yatağındaydı. Saat neredeyse 8 di. “Belki” dedi, “Uyuyabilirim.”. Zira insanları en zor anlarında en güçlü derecede teskin ettirecek tek olgu uykudur. Kimileri bu olguyu alkol olarak görse de, derdi derde, neşeyi neşeye katan güçlendirici merettir. Sağa döndü, sola döndü. Yok. İçerisinde onu yiyip bitiren, ellerini buz kesen ve korkudan başka hiç bir şey vermeyen bu durum onu mahvediyordu. Oturmak üzere kalkındı. Ona bunu bulaştıran kadına iki çift laf söylemek istiyordu. Hiç mi sızlamamıştı vicdanı? Hiç mi zorlanmıyordu hastalık saçarken masum insanlara? Göz göze gelmek istiyordu onunla, Ne diyeceğini, nasıl tepki vereceğini merak ediyordu. Zira 50 lira karşılığında masum bir adamın hayatını altüst etmişti. Bu; orospuluktan ziyade bir meslekti. Tarifi konulamaz bir insafsızlık bütünü. Bunu yapabilmek için ruhsuz olmak gerekti. Bunun tanımıysa, post modern materyalist bir toplumun ruhlaşmış bir adamı için imkansız… Sadece “Neden?” demek istiyordu. Kim bilir daha kimlerin canını yakmıştı. Kim bilir hangi aileler acılar içerisinde yok olmuştu. Hangi ev kadını habersiz, bigünah şekilde almışlardı kocalarından hastalıkları… Bu, insanlık adına gerçekleşen sosyal dramalar, trajediler olmalıydı! 50 lira adına yok edilen hayatlar hatta aileler! Tüm bunlar kafasından çıkmıyordu. Bu Elif’e de bulaşabilirdi; ışığına! Hemde kendi elleriyle… “Ah” diyordu, “Keşke, keşke gitmeseydim.”… Ancak her ne kadar dert yansa da, o da biliyordu ki; bir erkek arzularını dindirme de bir kadın kadar şanslı olamayacaktır hiçbir zaman. Özellikle de içkiliyse ve kendinde değilse, arzuları canının bile ötesine geçebilecek durumda olacaktır. Beethoven’ın Moonlight Sonatası canlanıyordu kulaklarında… 
 Varmıştı. Elleri titriyordu. Cesareti kırılmıştı. Ancak soracaktı, yapacaktı bunu. O; hala vicdansızca ölümlü bir bedenin ölümünü sunuyordu insanlara. Tüm istiklal caddesini dolaşmasına ve tüm fahişelerin yüzüne bakmasına rağmen, onu görememişti. 2, 3, 4, 5… Defalarca geçti, saatlerce bekledi. Ancak ne ona dair bir iz vardı ne de yüz. Birbirlerini tanıyor olmalıydılar. Haftalar önce onun beklediği yere gittiğinde farklı bir fahişe bekliyordu müşterilerini, elindeki slim sigarasıyla… “Bakar mısınız?” dedi naif bir tonda. Sesi, elleriyle orantılı olarak titriyordu. Arkasını dönen fahişe, uzun kirpikleriyle şehvetli bir şekilde süzdü, karşısındaki bu sıradan adamı; “Efendim yakışıklı.”. “Burada birkaç hafta önce çalışan birini arıyordum, tanıyor musunuz acaba?”… Kadın potansiyel bir müşterisini kaybetmenin verdiği agresiflikle, şehvetle bakan gözlerini bir yabancı gözüne takas etmişti sanki; “Ne yapacaksın onu, sen benimle ol. Daha siftah yapamadım amına koyayım!”. Bu bir azgınlık belirtisi veya bir isteğe nazaran söylenmiş argosal kelime değildi. Bu çaresizlikle söylenmiş, masumane, sitemkar bir küfürdü. Ayıplamamak gerek?! “Yanlış anladınız, benim amacım farklı. Adını Arzu olarak hatırlıyorum. Eğer yardımcı olursanız, para verebilirim; ve karşılığında herhangi bir şey istemeyeceğime emin olabilirsiniz.” dedi. 
 Gözleri yere düştü fahişenin. Belli ki tanıyordu. Bu iyiye işaretti. Ancak kaderi, ona yine iyiliğin tanımlamasını erken yapmasının cezasını verdi; “O geçen gün öldü.”… Gözleri açılmıştı. “Nasıl olur?” dedi. “Basbaya, hastalık kapmış. Çığlık çığlığa öldü garibim. Nereye gömmüşlerdir bilemem.”… Gözleriyle mükafatını bekliyordu. Yıkılmıştı. Cebinden çıkardığı 50 lirayı uzattı, kalabalığın arasına karışarak yürümeye devam etti… 

Ruh AdamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin