Bölüm 1: PILOT

102 11 7
                                    

Altı ay geçmişti. Baş ağrıları, ufak-tefek sanrılar, onun yüzünü unutturmaya yardımcı olmuyordu.

Zayıf bir yüz. İlker'in yüzü. Asla gözlerinin önünden silinmeyecek... Zeynep'in, gelecekteki yüzü olmaya en büyük aday yüz.

Bir daha asla görmek istemediği bir yüz.

Şimdiden zayıflamıştı, ama öyle abartılacak gibi değildi. Normal bir kadın kilosunun beş eksiğini düşünün...

Orta Çağ'daki gibi.

Zeynep, bu düşünceyle bir kat daha solgunlaştı. Orta Çağ'daki kadınlar... erkekler... onlar da böyle bekliyorlar mıydı hastalığı, bir gün benim de başıma gelir diye? Yoksa kendilerini evlerine kapatmıyorlar mıydı, atın ölümü arpadan olsun diye gezip dolaşıyorlar mıydı...?

Hayır, bu düşünce yanlıştı. Zeynep, Orta Çağ'daki bir kadınla veya erkekle empati kurmamalıydı... bir doktorla kurmalıydı. Şu yüzlerine karga burunlu maskeleri takan doktorlarla... tıpkı o maskeler gibi bir şapka çekti başına, alnına iyice indirdi. O şapka saçlarını da saklamasa, onların ne kadar yağlı ve karmakarışık oldukları ortaya çıkacaktı.

Tıpkı onunki gibi, İlker'in saçları gibi.

Kahve bardağına uzandı, aldığı son yudumdan sonra hemen lavaboya götürdü onu. İyice yıkadı. Bu evde yalnız yaşardı ama, ya tesadüf eseri, bir kişi o bardağa dokunursa?

Bir sporcu vardı, 90'larda. O da pozitifmiş. Korkusundan, girdiği havuza bulaştırma riskini gözetirmiş. Ama hayır, havuzdan bulaşma ihtimaliyle bardaktan bulaşma ihtimali aynı.

Şimdi o yüzücüyü düşünmeye geçti Zeynep. Onun da böyle gözaltı torbaları oluşmuş muydu? Hayır, onun hastalığı bu denli beter hale gelmemişti. Gelse, zaten fark edilirdi. Havuzun kenarından geçirmezdiler onu.

İnsanlar, deyim yerindeyse ondan vebalı gibi kaçardı...

Ne yapmalıydı, evinin kapısına, "Bu evde AIDS var" diye yazmalı mıydı?

İlker yazmış mıydı peki?

Hayır, yazmamıştı. Zeynep buna emindi. Onun, şimdi kolunu kaldıracak hali yoktur. Yüzünde yaralar bile oluşmaya başlamıştır. Ve... ve...

Ona sahip çıkacak birileri vardır. Seçtiği yaşam tarzına rağmen vardır. Hem olmasa bile... kafasını meşgul edecek bazı şeyler var. Örneğin fotoğraf makinesi. Zeynep'in neyi var...?

Ama Zeynep yalnızdı. Gözlerindeki mor halkaları sansürlemek için, bir çift gözlük camı vardı. Bir de, yüzündeki solgunluktan dikkati çeksin diye bir çift küpesi, kulaklarından sallanan...

"Ama Emre var," diye fısıldadı. "Emre var, reddedemezsin. Emre niye var? Emre nasıl bir insan?"

Neden feda etmişti kendini? Zeynep'i sevdiği için mi? Sevmek değildi bu. İnsan "sevdiği" için kendini kurban eder mi? Sırf bir kerecik sevdiğine kavuşabilsin diye, şüpheye rağmen kendini feda eder mi?

Zeynep bunun cevabını bilmiyordu. Kesin olarak bildiği, Emre'nin iyi bir insan olduğuydu. Ve olduğu için de ödüllendirilmişti.

Emre, negatifti...

HIV şüpheli biriyle yakın temas etmiş olduğu halde -korunmasız temas etmiş olduğu halde- Rus ruletinden kurtulmuştu. Emre, şeytan tüylüydü...

Zeynep pozitifti. Ve bunu arkadaşlarından daha fazla saklayamazdı.

Bir kâğıt aldı eline, dolmakalemi mürekkebe batırdı. Bir doktor olarak, çirkin yazısını biraz itinalı kılmak için tek yöntem buydu...

İlk satırda şu sözler okunuyordu: "Valide Atik Hastanesi Müdürlüğüne..."

İstifasını arz ederek bitiyordu dilekçe.

*****

Aynı dilekçe, birkaç saat sonra İpek'in elindeydi. Gözleri, kısacık olan talebi birkaç kez okudu. Zaten hep basit olurdu istifa dilekçeleri.

"Özel sebeplerden dolayı, hastanenizden istifamı saygılarımla arz ederim."

Özel sebepler... iyi de ne? Zeynep'in, Valide Atik'teki işinden istifa etmesi için bir sebep yoktu ki, Zeynep burada çok mutluydu! Çok başarılıydı da... bu sebepleri çözse çözse Ateş çözerdi.

Onun odasına gittiğinde, Ateş kendisini her zamanki, "Senden önce topuklularının sesi geldi," gibi sözlerle karşılamadı. Ateş'i bulamamıştı. "Bugün poliklinik yazmamıştım ona..." diye kendi kendine fısıldayarak çıktı odadan, Ateş'in hastanede olduğunu biliyordu. Gelmezlik etmezdi, geç de kalmamıştı... her ne kadar son zamanlarda Selin'le yeniden görüşse de, Valide Atik'i ihmal etmezdi. Gidebileceği yerleri Muzo biliyor olmalıydı. Muzo'yu, gözleri elindeki son model telefona kilitlenmiş bir vaziyette, üzeri hemşire malzemeleriyle dolu bir arabayı ittirirken buldu.

"Muzo, Ateş nerede," diye sordu.

"Ateş hocamı görmedim vallahi İpek Hanım."

"Ben görüp görmediğini sormuyorum, nerede olduğunu soruyorum... çünkü bildiğini biliyorum Muzo..." diyen İpek'in gözleri, telefonu işaret ediyordu.

"Şey..."

"Muzo, işim gücüm var, hadi."

"Ateş hoca... dizi izliyor..."

"Dizi mi?"

"Evet, hani şu komik dizi var ya, doktorlu olan..."

"Mucize Doktor mu?"

"Evet. Gelin sizi götüreyim."

Muzo, İpek'i peşine taktığında, Ateş'in kahkahaları, bulunduğu odadan taşıp kulaklarına geliyordu bile. İpek, Muzo'yu gönderdi. Muzo, teşekkür ederek yanından ayrıldığında, İpek de topuklularıyla minimum ses çıkararak Ateş'e baskın yapmaya karar verdi.

"Demek sırrın buydu..." diye girdi içeri.

Ateş, bozuntuya vermeden telefonunun sesini kıstı. "Diziye sen de başlasan, hak vereceksin bana İpek..."

"O kadar komik mi bu dizi?"

"Evet, farkındalık diye başladı, saçma sapan yerlere bağladı."

"Ben sana daha komik bir şey söyleyeceğim," diye elindeki kâğıdı Ateş'in ellerine tutuşturdu. Ateş'in, ortamdaki tek ışık kaynağı olan telefonunun da ışığı sönmeye yüz tuttuğundan, kâğıda gözlerini kısarak bakması gerekti.

İstifa mı... Zeynep mi?

"Henüz yırtmamışsın," dedi İpek'e.

"Ama kabul de etmedim. Bu özel sebepleri merak ediyorum Ateş, bunu ancak sen bilebilirsin..."

"Bilsem bile –ki bilmiyorum- onu bu hastanede zorla tutamazsın İpek... istifa etmek isteyen eder, gider."

Ateş'in aklına, Zeynep'i daha evvelden istifaya zorlaması gelmişti. Zeynep'in istifa etmesini umursamıyordu, görünürde bunu önemseyen bir tek İpek vardı. Bu korona günlerinde lazımdı ona Zeynep...

"Tabii ki hastanemin en iyi doktorlarından birini kaybetmek istemiyorum," diye çekti kâğıdı Ateş'in elinden, sanki yırtmasından korkmuştu. "Zeynep hastanemizin yıllardır çalışan bağışıklık uzmanı, işveren olarak onu bir ay boyunca burada tutabilirim zorla..."

"İhbar süresi..." diye omuzlarını silkti Ateş. "Zorla geldiğinde ne hissedecektir biliyor musun? Benim poliklinik yaptığım her günkü gibi hissedecektir. İstemeye istemeye, oflaya puflaya, sıfır motivasyonla çalışacak... o zaman ondan 'hastanemizin en iyi bağışıklık uzmanı' diye de bahsedemeyeceksin..."

"İşte bunun olmaması için, öğren diyorum Ateş. Genç bir kadın, pat diye doktorluğu bırakır mı ya!"

"Doktorluğu bırakmıyor, buradan istifa ediyor sadece. Çok iyi bir doktor olduğu konusunda hemfikiriz, başka hastanede havada kaparlar onu."

"Onu kaybetmeyi hiç mi önemsemiyorsun ya?"

"Tamam, yapacağım dediğini. Zeynep neden ayrılmak istiyormuş öğreneceğim..."

"Benim fikrim sabit. Zeynep buradan, başka bir yerde de devam etmemek üzere ayrılıyor..."

"Nereden biliyorsun bunu?"

"Senin okuyamadığın dilekçeden..."

Ateş'in okuyamadığı mı? İpek, elbette Ateş'in dilekçeyi okuduğunu biliyordu. Ama kastettiği bundan da öte bir şey olmalıydı herhalde, okuduğunu anlamak, satır aralarını da okuyabilmek gibisinden bir şey...

Zeynep'in yazdıkları, buzdağının görünen kısmıysa, bu dilekçe derinliklerinde bunu basit bir istifa dilekçesi olmaktan farklı kılan bir şeyler saklıyordu... ama ne? Ateş'in, bunu çözmesi gerekirdi Zeynep'e gitmeden evvel. Hem daha gündüz vaktiydi, nereye gidiyordu? O gidene kadar, hastanenin en empati dolu insanından bir-iki taktik-tüyo almaya karar verdi...

Elbette Sherlock'ın en zorlu gizemleri aydınlatmakta usta yardımcısı Watson'a, yani Orhan hocasına...

Pilot bölüm kısa olur, usul böyledir. Korona münasebetiyle, "Geçmiş, Bugün ve Gelecek"e referansta bulundum. Bu hikâye o one-shot'ın devamı olabilir de, olmayabilir de. Yoruma açık. "Kırmızı Kurdele" ve "Aşkın Gözü Kördür" her Pazar güncellenecektir arkadaşlar. Bölümler haftalık atılacaktır. Belki, nadiren, haftada ikiye çıkarabiliriz, ama benden eski "günlük" performansımı beklemeyin lütfen. :) Daha fazla açıklama yapmam gerekirse... bunu bir duyuruyla yaparım, diye düşünüyorum.

🎗️Kırmızı Kurdele🎗️Nơi câu chuyện tồn tại. Hãy khám phá bây giờ