Ufak bir duş; kahvaltı, çay, sigara üçlemesi… Jilet gibi gömleği, üzerini koyu bir erkeksilikle örten ceket ve kalın kabanıyla, altındaki siyah kumaş pantolonu tamamlıyordu. Hazırdı. Dışarıyı kolladı, yağmurluydu hava…
Kundurasının sesi, ıssız sokaklarda “ben buradayım” dercesine sesleniyordu gökyüzüne. Arnavut taşlı kaldırımlar, post modernite ile yaratılmış bir caninin, farklı tasarımlarla dizayn edilmiş bir katilin profilini çiziyordu. Ağır adımlarla sokaklarda ilerliyor; oynaşan çocukları, sırt sırta vermiş ahşap evlerin altındaki kadınların; ufak taburelerin üzerinde, çekirdek eşliğinde dedikodu yaptıklarını gördükçe geçmişini hatırlıyordu. Ne umarsızca geçmişti çocukluğu! Sanki hiç geçmeyecek, hiç bitmeyecekmiş gibi. Her ne kadar mantıklı kelimeler çerçevesinde anlamlandıramıyor olsa da, oynanılan topun, yapılan boğuşmaların, fırından koşarak gidip alınan sıcacık ekmeklerin, yenilen kıtırlarının, çizgi filmlerin ve atarilerin tadı hep boğazında acı bir yumru olarak kalacaktı. Bu yıllar, tahminen bile belirleyemediği yaşamsal çizelgesinin içerisindeki en değerli ve belli bir “masumiyet” taşıyan yıllardı. Burnuna deniz kokusu geliyordu. Kendine geldiğinde, sahilde olduğunu farketti. İleride ki küçük mekanda, içinden çıkılamayacak bir sona sahip olan kadını vardı. İçinde garip bir heyecan olsa da, derin bir nefes aldı. Gülümseyerek girdi içeri. İçeride Mor Karbasi’den La galana i la mar çalıyordu. Burası, küçük umutların pişirildiği, kendine has sevdalarla bütünleşmiş sevimli bir kahve mekanıydı. Dışarıdaki kapalı havaya inat dumanını savuran çayını içiyordu Elif. Onu görmesiyle bakışları değişti. Kısılan gözleriyle gülüyordu. Başörtüsü bir şal şeklinde iniyordu omuzlarından aşağı. Beyaz yüzü, soğuğunda etkisinden olsa gerek yanaklarını ve burnunun ucunu pembeleştirmişti. Bu onda hamile bir kadının verdiği sevimli bir izlenim bırakmış, Elif’e karşı hüzünle karışık bir keder bırakmıştı onun kalbine…
”Nerede kaldın ya, kaç dakikadır bekliyorum canım. aaa?!” deyiverdi sitemkar bir tavırla. Özür dilercesine baktı kadınına. Kabanını çıkartırken; “Yürümek istedim biraz. Malum, şu sıralar kafamızı pek dinleyemiyoruz. Böyle aralarla işte.”. Cevabın Elif’i tatmin etmediği belliydi. Ancak fazla umursamadı, garsondan bir çay istedi. Garson giderken, göz göze geldiler. “Ee” dedi, “Bana söyleyeceğin şu önemli şey ne bakayım?” “Hem senin bugün işe gitmen gerekmiyor mu? Ne işin var burada?” soruların ardı arkası kesilmiyor, kadınsılığın verdiği çekicilik ve tavırlarının sevimliliğiyle eve çıkarılması gereken bir kadın polis gibiydi. “Gitmek istemedim bugün işe falan.” dedi. “Seninle geçirmek istiyorum günü. Sana da söylemek istediğim şey, çocukluğumuzu yaşayalım diyorum bugün Elif. Hayat arkadaşımla bir gün çocuk olalım istiyorum sadece.” Elif tek kaşını kaldırarak gülerek baktı ona. “Nasıl yani, ne yapacağız, kutu kutu pense mi oynayacağız?” diyerek gülmeye başladı. Gülüşüne eşlik etti gülüşü. “Hayır” dedi, “Çaylarımızı içelim, kalkarız” dedi. Tam o sırada gelen çayı başlatmıştı muhabbetlerini. Birbirlerini uzun süredir görmemişlercesine konuşuyorlardı. Çay muhabbetlerinin de koyuluğuyla bir çırpıda bitmişti bile. Belki de bunu arıyordu bir insan, değil kendisinden; sohbetinden bile vazgeçemeyeceği biri…
Birlikte kol kola çıktıkları mekandan, sahil boyunca yürüyerek ilerlediler kolkola. Gülüşmeler, yeri geldiğinde çekici bir masumiyet içerisindeki öpüşmeler… Lunaparka geldiler. Bugün çocuk olmak istiyordu. Belki o günlerden kimse kalmamıştı bu ıssız adamın hayatında. Ancak o günleri az da olsa hissedebilirdi, başarabilirdi bunu. Zaten çocukluğunda hiç lunaparka da gitmişliği yoktu ya, bir zaman makinesi olacaktı ona bu meret! Akşama değin eğlendiler. Ne çalan telefonların, ne sorumsuzca harcanan paranın, ne de yarın olacak şeylerin önemi vardı. Var olan iki şey vardı o an; Elif ve çocukluğu. Bir erkek için kadın ve çocukluktan öncül bir durum olması, karakter yoksunluğuna delalet etse gerek?! Pamuk şekerlerini yerken baktı saate. Saat 10 olmuştu. İlk cinayetini işleyecekti bugün. Aklına gelmişti hayatın gereklilikleri. Çenesini sıktı, kalbine giren heyecan; ellerini titretiyordu. Rengi soluklaştı. Yanağına ıslak bir öpücük konduran Elif; “Nerelerdesin yine şapşalım?” diye sordu. Çocuklukla gelen bir hitap şekli olmalıydı. Ancak oralı değildi. Elif’in dürtüklemesiyle kendine geldi. “Başka kızlara bakıyorsan ciğerini sökerim bak, söyleyeyim.” dedi Elif, naif ve bir o kadar sevimli bir tonda. Kendine gelmişti. Bir eline, bir de Elife baktı. Sarıldı ona, kafasından öperek. “Ben öyle şey yapar mıyım hiç?” dedi. “Hadi artık, geç oldu. Evine bırakayım seni.”
El sallayarak girdi apartmanına Elif. Hava iyice kararmış, artık gece hakim olmuştu şehre. Kan çanağına dönmüş gözleriyle baktı gökyüzüne. “Merhaba” dedi. “Merhaba Azrail, yeni dostuna hoşgeldin de.” Mozart-Turkısh March çalıyordu devasa bir şekilde, bu şehrin içinde. Sanki… Kurban, Katil, Cinayet?! Zaman; yok olması gerek. Ne saçmalıyordu? Adımlarını hızlandırarak belirlemek üzere avına yürüyordu…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ruh Adam
Mystery / ThrillerYokluk ve yoksulluk içerisinde hayat sürmüş bir adamın, Tanrısal yolculuğunun hikayesi. Bir insanın kapasitesinin sınırlarını zorlaması; bir serfin bir burjuvaziye dönüşümü! Üst insanın yaratılmasıyla başladı her şey! Çakan şimşekler; yağan yağmur...