Bölüm 1

3 0 0
                                    

Montbéliard, Fransa, 1882

Sıcak kan alnımdan süzülüp boynuma doğru kayarken soluklarımı düzene sokmaya çalıştım. Acının verdiği şok, hareketlerimi kısıtlamıyordu; aksine hissettiğim hırs bir şekilde hamlelerimi ve adımlarımı sağlamlaştırmıştı.

Kılıcım şah damarını teğet geçiyorken gece karası gözlerine bakmamayı denedim. Elimdeki aptal şey, arkasındaki tahtaya saplanmıştı. “Lanet bir korkak gibi savaşman benliğini sorgulamama neden oluyor!” diye haykırdım. “Alnım pek de ölümcül bir hedef olmamalı!” Kılıç sesleri havayı yarar haldeyken zoraki bir sinir bozucu gülümsemeyi yüzüme oturtmaya çalıştım.

“Ne zamandan beri,” beni geri itip eski konumumuza dönmemizi sağladığında iki ince metalin birbirine çarpma sesi yeniden havayı doldurdu, “o gerzek beynin bir şeyleri sorgulamaya başladı?” Ne var ki, o da nefes nefese kalmıştı.

Alttan bir hamle yapıp hedef şaşırtmayı denedim fakat reflekslerinin fazla iyi olduğunu unutmuştum. “Bir bayana asla, ama asla gerzek deme, Barry Giberwood!” Ve benimkine çaprazlayarak tüm gücüyle bastırdığı kılıcını, tüm gücüm ve ufak bir küfür eşliğinde geriye savururken yalpalamasından yararlanıp kılıcı kaburgalarının arasına sapladım.

Evet, bizim kılıç savaşlarımız genellikle direkt öldürmek üzerine kuruluydu. En azından iş Giberwoodlar'a gelince.

Acıyla geriye düşerken tüfekle vurulmuş bir ineği andırıyordu. Can çekişiyor, dişlerini sıkıyor, yerinde debeleniyor ama nefessiz kaldığı için hiçbir sonuç alamıyordu. Ölmenin nasıl bir his olduğunu bilirdim. Pek güzel sayılmazdı. Eğlenceli değildi. Üstelik gözleriniz henüz görüyor, kulaklarınız duyuyor fakat uzuvlarınız isteğinizce hareket etmiyorken -bu ölümden önceki son aşamaydı- berbat bir şeydi. Berbat. Cidden.

Kılıcımı vücudundan geri çekip oluk oluk akan kanı gecenin dolunay ışığında gördüğüm an zifte benzediğini düşündüm. Gerçi bir Giberwood dölünden asla normal bir kana sahip olmasını bekleyemezdiniz. Onlar adiydi, pislikti; ciğerleri beş para etmezdi. Akan bir kanları olması bile mucizeydi sanki.

Eteğimi tutarak tek dizimin üzerine eğildiğimde, “Cehennemde öldürdüğüm diğer atalarını görürsen selam söyle, Barry,” diye fısıldadım kulağına, yüzümdeki manyakça sırıtışa engel olamamıştım. Nitekim o da artık çırpınmayı kesmişti. “Ya da yanına gelecek olan ufak torunlarınla şeytanın sofrasında buluşursan.”

Kapalı gözlerini çevreleyen kirpikleri titreşti ama yine de göz kapaklarını kaldırmaya gücü yetmedi. “O sofrada baş köşe her zaman...” diye zorlukla fısıldadı sesi kaybolurken, “sana ait olacak.” Aralanan dudakları ağırca kapandı.

“Son nefesini verirken bile benimle laf dalaşına girme azmin inan gözlerimi yaşarttı. Fakat, sevimli Barry, bir şeyi unutuyorsun,” yüzüne tiksintiyle yaklaştım ama sesim garip bir şekilde sakin çıkmıştı. “Şeytan beni cehennemine bile kabul etmiyor.”

Ve son kılıç hamlemi aniden göğsünde patlattım.

Daha kanı akacak çok Giberwood vardı.

***

Gloucestershire, Londra, 2015

“Sadece patates püresi. Teşekkürler.”

Bölmelerinde yalnızca bir bütün elma ve bir kaşık patates püresi olan tabağımı sıkıca kavrayıp bizimkileri gözlerimle ararken Jonathan en köşeden el salladı. İşte oradalardı. Dikkatleri üzerime çekmeden sıkışık masaların arasından ilerledim ve Cather'ınkinin yanına tabağımı bırakarak yanına oturdum. “Selam millet.”

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Feb 20, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

the black artHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin