"Sıhhiye!"
"Sol kanadı alın!"
"Dolduruyorum!"
Gökyüzü soğuk, koyu griydi, helezonlar çizerek düşen gri küllere hiç bir şey hissetmeden bakıyordu. Böyle ölüp gideceğini aklının ucundan bile geçirmezdi. Boğuk sesler ve hareketler içinde kendi nabzını hisseden Costas kendini ölümün soğuk ve kasvetli yüzüne hazırlarken başına gelen karanlığı gördü. Bu Noyan Yonci'yi, ona bir şeyler söylüyordu, hayır bağırıyordu ama Costas onu duyamıyordu. Sanki kulaklarının içinde iki büyük, eski televizyon hışırdıyordu. Costas onun ne dediğini anlayamıyordu. Noyan onu parkasının yakasından tutmadan önce tepelere doğru ateş etti. G3A2'nin ateş ettikçe yayılan ses dalgaları Costas'ın vücuduna ardı ardına bir tokat ağırlığınca çarptı. Kızgın kovanlar Noyan'ın silahından metrelerce uzağa doğru uçarken genç adamın sağından sonunda çizgiler halinde kurşunlar geçiyordu. Noyan yeterince ateş ettiğine ikna olduğunda Costas'ı hızla çekmeye başladı. Mahzende yaptığı göğüs kayışına astığı G3'ü yerine tabancasını çekmişti. Sesler yavaş yavaş gelmeye başlarken Noyan, Costas'ı bir çukura attı. Uzaktan gelen buğulu bir sele, "Sıhhiye!" diye bağırıyordu.
Costas ona gelip ilgilenmeye bakan Jane Romens'e iyi olduğunu söyleyebilmek için gülümsedi. Bu sırada Lucciano yanına geldi, adamınsa kaşı alımış, kendi kanı yüzüne bulaşmıştı. Çok endişeli görünüyordu, Costas ona da gülümsemeye çalıştı ama yapamadı her şey kararıyordu...
Üç gün önce.
Sean, Noyan'ın hikayesini dikkatlice dinlemiş sonunda kahvesini yudumlarken, "Peki yerimizi biliyorlar mı?" diye sormuştu. Köylülerin, yerleşkeleri etrafına koruyucu duvar yapmaları çok mantıklıydı, kendileri de böyle bir şey yapmalıydı ama gizli kalmaları şuan daha mantıklıydı. Özellik sadece altı tabanca ve dört tüfekleri varken.
Noyan ona gülümseyerek, "hayır kardeşim, onlara göç ettiğimizi söyledik, "Bizi bilmiyorlar ve bilinmeyen şey tehdit altında değildir."
Yaklaşık yirmi iki yıl kadar önce...
Otto Von Lonzenreiter elindeki gazetesini okuyordu. Yaz sıcaklarını aratmayacak bir bahar günüydü. Hastanenin kadın doğum bölümünün bahçesinde, bir kiraz ağacının altındaki bankta oturan yaşlı adam neredeyse elli yıl öncesinin modasına uygun, beyaz bir fötr şapka, şapkası gibi beyaz takım elbise ve ayakkabılar giymişti. Bacak bacak üstüne atmıştı. Küçük dikdörtgen gözlüklerinin koyu mavi camlarıyla hastane bahçesine uymayan bir hali vardı. İçeriden haber bekleyip ardı ardına sigara yakıp, söndüren, volta atıp duran diğer hasta yakınlarının aksine oldukça sakin görünüyordu. Yaşlı adamın hemen yanında oturduğu banka bir baston yaslanmıştı. Baston ince ve yaşlı adamın elbiselerinin aksine siyah, gümüş saplıydı. Birkaç kanat sesi duyan yaşlı adam basını kaldırdı. Önündeki beton alana birkaç güvercin konmuştu. Gülümseyen yaşlı adam elini ceketinin cebine atarak ufak bir kese kâğıdı çıkardı. Kese kâğıdından eline dökülen ufak arpa tanelerini kuşlara hafif hareketlerle serpti. Birkaç kuş daha hastanenin girişinden uçarak geldi. İnsanlara alışkın olan bir iki güvercin uçarak adamın buruşuk eline kondu. Hastaneden çıkan birkaç hemşire çiçekleri yeni açmış kiraz ağacının önünde oturan bu yaşlı adama bakıp gülümsedi. Daha sonra bu kuşlara bir saka eklendi. Saka geldiğinde diğerleri ürkerek havalandı. Adamın gülümseyişindeki neşe yerini hüzne bıraktı. Güvercinlerden çok daha ufak olan kum rengi kuş adamın elinden beslenmeden sadece onu izledi. Gözlerindeki derin karanlığa bakan adam eline konmuş kuşu yüzüne iyice yaklaştırıp, "Sen bu işe karışma," dedi. Kuş önce adamın önündeki beton alana indi, sonrada havalanıp ağaçların arasında kayboldu.