Sezon finali, Bölüm 11 (Satranç tahtası)

75 3 0
                                    

 Günler; sonbahar yaprakları gibi dökülmüştü şehrin üzerine… Kış gelmişti… O gün izinliydi. Mozart’tan Turkısh March çalıyordu cama vuran rüzgar eşliğinde. Gözlerini hafifçe kaldırdı, yine karla dolu bir sabaha uyanmıştı. Ancak bu, onun yaptığı kendince bir eğlenim metoduydu. Alarmı kapattı ve ufak bir kahkaha atarak döndü arkasını, yumdu gözlerini… Bu her günü rutinleşen sisteme karşı getirmiş olduğu bir dalga geçiş yöntemiydi! 
 Bir saat kadar sonra, mesajıyla uyandı; “Günaydın sevgilim.”… “Sana da günaydın” diyerek kalktı yataktan. Geniş omuzları atletten bir hayli dışarı çıkmış, geniş ve tüylerle dolu iri göğsü atletini yırtacak gibi duruyordu. Telefonuna bir bakındı, savuşturdu yatağın kenarına… Ayağı kalktı, el yüz yıkama seremonisinden sonra mutfağa koyuldu. Karmaşık saçları, artık iyiden iyiye boy gösteren sakalları, yeni fırçalanmış dişleri ve beyaz teninin üzerinde, göğüs ve kollar etrafında erkeksi bir şekilde beliren tüyleriyle 39’ların İtalyan mafyalarını andırıyordu. Omleti hazırlamak üzere yumurtasını kırmıştı. Tavayı yerine koymuşken, televizyonu açtı. Medya, her zamanki gereksizliğini ve şaklabanlığını tüm hızıyla sürdürüyor, ağızlarında binbir küfürleri ve ona tam zıt orandaki beyinsel gelişimlerinin hazımsızlığı sonucu ortaya çıkmış fikirleriyle, izleyiciye adeta hakaret ediyorlardı. Neydi bu? Alt insanın çırpınışı olsa gerek! Çocukların yanında utanmazca küfürler savuran, gereksizlikte sınır tanımayan bireyimsiler; ‘Modacı’ olduğunu ilan eden tavus kuşu kılıklı soytarıların programları ve çok daha fazlacası! Ne acı?! İsraf sayılabilecek kişiliklerin boktan hayat hikayelerin ajite edilerek lanse edilmesi; alt insan üzerinden para kazanma hedefi olan ve bir o kadar “alt insan” modülüne uyan lümpen burjuvaziler! Bir tarafta ölmüş bir öküz, diğer tarafta onu yemek üzere bekleyen vahşi, pislik akbabalar! Başka bir tanımlaması olmasa gerek… “Aslında” dedi, “Öldürülmesi gereken absürd karakterler işte bunlar, her birinin tek emeli boktan hayatlarının değişimsel ağrıları. Döl israfları!” diyerek ufak bir kahkaha attı, eti doğrarken, elindeki keskin, parlayan satırla… 
 Tahtadan çıkan satır sesleri korkutucu bir keskinlikle ardı ardına ilerlerken öğle haberleri başlamıştı. Sarışın spiker; toplu saçları, ince, naif yapıdaki gözlüğünün ardındaki yeşil gözleri ve kıpkırmızı rujunun beyaz teniyle olan ahengiyle birlikte sunuyordu haberini. Haberlerin genel özeti belliydi. Çocuk tacizcileri, tecavüzcüler, eften püsten sebeplere karşılık gelen cinayetler… Her gelen iğrenç haber için daha çok büyüyordu göz bebekleri… Öldürmek, onun için artık oldukça kolay bir meşgale haline gelmişti. Ancak ölümü hak eden kişiler sadece fahişeler değildi. Tüm bu alt insanlar, ölümü (üst bir kişilik tarafından gelen bir ölümü) fazlasıyla hakediyorlardı; bir kartalın bir yılanı boğması gibi… Ellerindeki satırı daha fazla nefret ve istekle tutuyor, parçalanan etleri daha da ufalıyordu… 
 Kar; tüm şiddetiyle hücuma çıkmış bir ordu gibi iniyordu şehre. Sokakta 3-5 çocuk kartopu oynuyor, yetişkinler ise ya iş telaşında, ya aş… Bir haberle irkildi. Kolay değil, meşhur olmuştu. “Sayın seyirciler, İstanbul genelinde yaklaşık 1 ay içerisinde 45 hayat kadını, rahim ağzı kanseri yüzünden hayatını kaybetti. Doktorlar HPV virüsüne rastladıklarını belirtirken, yetkililer bunun kasıtlı olarak yapılmış olunabileceği üzerinde duruyor.” diyordu. Dünya o an durmuştu… Gözleri açılmış, elindeki satır, yüzündeki korkutucu gülücükle televizyona bakıyordu! Mozart’tan Lacrimosa tınıları çalıyordu etrafta… Bu; Tanrısallığın verdiği bir güçtü. Tam 45 hayatı yok etmişti. 45 yaşam sonlanmıştı. Ölümler devam edecekti… Etmesi gerekti. Zira onlar, Tanrısal yargı tarafından idama mahkum edilmiş, ruhsuz ve toplumsal erkleri yıkan, onlarca aile için tehlike unsuru oluşturan “yaratık”lardı. Tüm kudretiyle tınılar çalarken, aynı güçte post modern bir kibarlıkla yedi kahvaltısını. Ufak bir temizlikten sonra dışarı çıktı. Bir küçük yolculuktan sonra İstiklal caddesindeydi. Kalabalık, arasında Tanrısal güçteki bir ölüm makinasını taşıdığından habersiz, şuraya buraya savrulan tozlar gibi etrafta yürüyordu. Ellerini kalın kabanın ceplerine soktu. Fahişeler artık caddelerin kenarını köşelerini kaplamayı bırakmış, aralarda ufak tefek bekleyen birkaç kadın halinden ibaret kalmışlardı. Sayıları azalmıştı. Hepsi biliyordu ki, bugün değilse yarın onlarda hastalanacak, ölecekler! Hepsinin gözünde aynı korku vardı. O sırada 17 yaşlarında bir kızla göz göze geldi. Merak etti, yürümüyordu, bırakmıyordu kendini sistemsel köleliğin kollarına. Merakı arttıkça içini yakan bir aleve dönüşmüştü. “Ne bakıyorsun, yatacak mısın benimle?” demesiyle bozulmuştu büyü! Demek bu da bir fahişeydi. “Hiç” dedi, “Nasıl olur da bu kadar korkusuz olabilirsin hayret ettim, sizler için salgın kol geziyor.” dedi kendine güvenen bir tonda. “Hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz zaten? Ha erken ha geç. Kaderde ne ise o.” dedi genç kız. “Sen benimle yatacak mısın, onu söyle.” diye de ekledi. “Açıkçası düşünmüyorum.” dedi. “Ancak benimle şurada bir kahve içersen o parayı sana ödeyebilirim. Kahvelerde benden.” demeyi de eksik etmedi. Belli etmek istemese de, erkeksiliğin getirdiği tecrübesizlik vardı, şarap misali olgunlaştıkça ‘kadınsılaşacak’ olan bu genç fahişede. “Tamam” dedi, “Gidelim. Ama yan çizersen canını fena yakarım söyleyeyim.” dedi unutmadan söylermişcesine… 
 ”Bol sütlü olsun.” dedi genç kız. “Bense sade Türk kahvesi” demeyi tercih etti. Johann Sebastian Bach’tan ‘Air’ çalıyordu. İstanbul’un kaybedenlerini barındıran kendi halinde bir mekandı burası, bir o kadar narin ve güçlü hisleri barındıran insanları barındırarak! “Ee anlat bakalım, kaç yaşındasın sen, adın ne?” Biraz durgunlaştı. Kahveler gelmişti. Ufak bir karıştırma senfonisinden sonra; “Adım Büşra. Seni kırdıysam özür dilerim. Böyle yapmam istenmişti. Ha bu arada 18 yaşındayım.” deyiverdi çocuksu bir masumluk tablosunda… Bir kuzu, farkında olmadan oturmuştu bir kurtla aynı masaya… “İstendi derken? Zorla mı çalışıyorsun burada?” deyiverdi. Meraklanmıştı. Bu çocuksu masumiyet onu öylesine çekmişti ki kendine, kendisi bile henüz farkında değildi… “Evet” dedi, “Zorla çalıştırılıyorum aslında. Ben Ankara’da yaşıyordum. Son sınıftım, edebiyat okumak istiyordum. Ancak babamın kumarda çok fazla borçları vardı. Ödeyemiyordu. İşsiz biri. Parası oldukça alkole verir, bizleri de aç bırakırdı. Annem yatalak kadın. Ona ve 3 kardeşlerime bakıyordum işte. Babamdan önce istediler parayı. Verecek parası olmadığını söyledi, beni önerdiler. İlk önce istemedi bunu. Ancak evimize girdiler zorla. Bıçakladılar onu. Kardeşlerimi öldürmekle tehdit ettiler. Tam bir felaketti… Babamın borçları silinene kadar beni çalıştıracaklarını söylediler. Kardeşlerimin son bakışı; babamın vefasızlığıyla bütünleşmişti. Buraya geldim, çok zorlandım. Hele o ilk zamanlar, hep aklımda kirli bir şekilde kalacak. O günden sonra büyüdüm ben aslında. Üstüne birde şu 45 kadının katili! Amaan neden anlatıyorsam sana bunları…” Tekrar düştü gözleri kahveye. Yüzünün pürüzsüzlüğü, orantısal bebeksiliği… Onun içinde fırtınalar kopmasına sebebiyet vermişti. Ancak daha önemli bir konu vardı; Tüm bu işlerin bir “katil” tarafından yapıldığı farkedilmişti. Korkuyla karışık heyecanlanmıştı. “Nasıl yani?” dedi, “Bir katil mi var?” Gözlerini kaldırdı, boş boş bakarak bu karşısındaki gizemli adama… Yüzündeki kırışıklar, ona geçmişin acı izlerinden kalan acı parçaları gibiydi. Yüzünden aşağı düşen siyah sakalları onu bir hayli çekici kılıyordu… Ancak bir korkutuculuk vardı, içerisindeki ürküntüyü hiç söndürmeyen bir şey! “Evet” dedi “Belki de birden fazladır ancak katil olduğu kesin. Bizim canımıza kastediyor. İbne!” dedi tüm masumiyetiyle. “Peki, siz tedbir almıyor musunuz? Bu, çok tehlikeli.” dedi. Karşısındaki genç kızla santranç oynar gibi oynuyordu. “Aldık.” dedi genç kız gülümseyerek. “Gelen her kadınla yukarı çıkan adamın gizli kameradan fotoğrafı çekilmeye başlandı şu son iki gündür. Hastalık kapan kadının en son birlikte olduğu erkek tespit edilecek böylece. Sonrası malum.” Derinden gülümsedi kahvesini içerken… Demek artık kolay olmayacaktı! Ne fark ederdi ki, zaten onlarca zorlukla mücadele etmişti, bununla da başa çıkabilirdi! Şeytani bir gülüş eşliğinde devam etti sohbetleri. Beethoven’dan ‘Silenco’ çaldıkça bu genç kıza olan hüznü ve hayranlığı artıyordu… Ne hayat ama?! Ona zarar vermeyecekti… 
 Konuşmaları devam ederken yağan kar şiddetini artırmış, evsiz çocuklar için hayat daha da zorlaşmaya başlamıştı bu lanetli şehirde… 

Ruh AdamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin