which one is bigger?
the pain i'm living in
or
the pain lives inside me forever...karanlıkta... loş ışıkların altında şehrin içinde arabayla ilerliyorduk. sevilmek hala ilk önceliğimdi. aklımdan sürekli ya kimse beni sevmiyor, benden hoşlanmıyorsa düşüncesi vardı. arabayı süren kişi dışında yanımda mark ve taeyong vardı sadece.
benim için gittiğimizi biliyordum. benim... benim iyiliğim için. beni yalnız bırakmak istemedikleri için benimle geliyorlardı. buna rağmen hala çevremdeki hiçbir şeyin benden hoşlanmadığını sanıyordum. arabada bir anda beliren güzel kuşun bile.
kuşun bana gelmesini çok istedim. arka camın önünde duruyordu. benden daha fazla uzaklaşmasın diye hafifçe döndüm ona. taeyonga gittiği gibi, marka gittiği gibi... bana da gelse ya? parmaklarımı hafifçe kaldırdım. boşuna bir umutla güzel kuşun bana gelmesini istedim. küçük keskin pençelerinle parmaklarımı parçalayacak olsan bile.. bana gelsen ya... kanamasını umursamam, acısını umursamam... beni sevmiş olup bana gelsen ya. kuş, güzel kuş benim içimden geçen arzuyu duymuş gibi havadaki parmaklarıma geldi. çok kısa bir an gözlerimin içine bakıp küçük pençeleriyle parmaklarımı sıktırarak tünedi. gerçekten... gerçekten acıyordu ama... sanki söz verdiğim gibi hissetmiyordum o acıyı.. umrumda değildi.
ten, dedi kafamın içindeki biri. bu kuş... ten. bana onun adını söyleyen taeyongun sesi miydi içimde duyduğum, yoksa onun ten olduğunu zaten biliyor muydum? parmaklarımla buluştuğu an kulağımın içine, akan o sesini duyunca, daha fazlasını duymak istediğimi fark ettim. o güzel şarkısını bana yavaşça söylerken, korkup kaçmaması için kulağımı ona yaklaştırdığımı fark etmemesini istiyordum. başım sola doğru yavaş yavaş çevrilmişken, küçük gagasının kulağımın üzedinden inen saçlarıma değdiğini hissettim. o güzel ses hatrına kafamı öyle bir çevirmişim ki, gözlerimi alamadığım taeyonga arkamı dönmüştüm neredeyse. camdan dışarı baktığımda fark ettim bunu. ama taeyong... o buna içerlemezdi. o bana asla içerlemezdi... sonradan fark ettim...
vardığımızı ya da indiğimizi hatırlamıyorum. sadece restaurant, taş fırını gibi olan bir yere geldiğimizde karanlık olmadığını hatırlıyorum. gündüz olup olmadığına emin değilim, ya da arabadayken gece miydi bilmiyorum. oradayken zaman kavramını sorgulayamam.
taeyongu ve markı dikkatli dinlemeliydim. sonradan düşününce, dikkat çekmememin benim için geldiğimiz bu yerde daha iyi olacağını, söylediklerini hatırlıyorum. taş fırının önünde durduğumuzda ne yapacağımızı anlamamıştım. taeyong önümdeydi ama mark bir anlığına görüş alanımdan çıkmıştı. ona bakmak için soluma döndüğümde camdan dışarıda, bir masada oturan yan profilde bir kadın gördüm. bize bakmıyordu ama yine sonradan düşündüğümde varlığımızın onu rahatsız hissettirdiğini hatırlıyorum. biz.. biz ne yapmıştık sana? ne istedin benden...
ben kadına bakarken fırının yanında oranın sahibi olan adam bize takip etmemiz gereken süreci anlatmıştı ama benim aklımdan o sırada kadının neden gergin ve telaşlı göründüğünü düşünmek geçiyordu. bizim ruh halimize benziyordu. something must be covered vibe'ına bizim yanımızda sonradan o da girmiş gibiydi. tekrar önüme döndüğümde taeyongun yüzünde bütün her yere yayılmış o negatif enerjiye rağmen bile bana olan inancını, umudunu gösteren minik tebessümü gördüm. benden bir beklentisi vardı. markı ise son görüşüm...
neden dedim bir anda. hava bir anlığına daha aydınlık oldu. neden bunu yapıyorum, bende ne var? bana bir şey yapılması gerekiyordu. bir şey.. o, o fırınla alakalıydı. sanki... nasıl desem... hatırlayamıyorum ve bu, bu çok sinir bozucu. sanki benden bir parça, alınması gerekti. bir et parçası. hatırlamıyorum.. yemin ederim. keşke hatırlayabilsem.something must be covered, we shouldnt attract attention, o gerginlik en had safhadaydı. sanki bir şey, korkunç bir şey olmak üzereydi. sanki ben çağırmıştım... sonra o... o içeri girdi ve ben... bir karmaşa hatırlıyorum. hepimiz onu engellemeye çalışıyorduk. ya da... yoksa ben yerimde çivilenmiş gibi miydim? emin değilim. gördüklerim.. bu gördüklerimi unutabileceğimi sanmıyorum... sevdiğim o iki kişinin ölüşünü izlediğimi de öyle. öyle kan doluydu ki... markı son görüşüm... cansız bedeni... ikisini de bir çırpıda katletmişti. çok kolay olmuştu sanki onun için. gözlerim kupkuruydu. taeyong... ah taeyong... yüzündeki kan izlerini temizleyebilseydim keşke. acınızı sizden kendime alabilmeyi o kadar çok istiyorum ki... dişlerini size geçirirken... ah taeyong, ah mark kalbim bu saatten sonra bunun sızısıyla atacak. bana o halindeyken bile.. git, deyişini... unutmam mümkün olmayacak.
beni de istiyordu. hala... hatta en başta istediği bendim değil mi? o, pencerenin önünde, dalgınca duran kadın yoktu. o beni de yok etmek istemişti. kaçabilmişim. nasıl olduğunu yine hatırlamıyorum. sırtımda bir çanta vardı ama. kalbimi o fırının önünde taeyong ve mark ile bırakıp... kaçabilmişim. göğsümdeki acıyı hatırlıyorum. şimdi düşününce, bu acı herhalde uzun süre ağlayamadığım için göğüs kafesimde birikmiş gözyaşlarımın ağırlıydı. caddeler ve sokaklardan, çoğu bir ara ıssızdı, korka korka yürüdüğümü hatırlıyorum. bisiklet çaldım. yürüdüm. gözümle göremiyordum peşimde olduğunu ama, hani derler ya nefesini ensemde hissediyordum diye... aynen öyleydi işte. taeyong ve mark... sürekli aklıma gelip duruyorlardı. adım başı hem de...
nihayet kalabalık bir yerdeydim. insan içine girince korkum büyüdü, beni bulmasının daha kolay olacağını düşündüm. kaçacak delik ararken yavaşça sakinleştim. insan içinde beni kolayca bulamazdı. yine sonradan, bu minik huzuru içime salanın taeyong hatırladım. mark ve o aslında sürekli benimleydi. ah mark... neden... neden o ikisi olmak zorundaydı? yine gözümün önüne... o an, offf bu çok zor... o an geldi yine gözümün önüne... mark, taeyong... bir sokak lambasına yaklaşırken göğsümde birikem o derin sancıyı hissettim yine. bir yumru şeklinde boğazıma doğru uzanmıştı. hani çok ama çok fazla üzüldüğünüz zaman ortaya çıkan bir düğüm olur ya... işte o.
bedenim ileri doğru atılırken, tutamadığım yasım tekrar katlanarak ortaya çıkmıştı acısıyla. taeyong ve mark.. artık yanımda değiller, öldüler, benim yüzümden hem de. tek istedikleri bana yardım edip yanımda olmaktı. ama şimdi... yüzleri gözümün önünden gitmiyor. onları unutamıyorum, ama unutsam daha kötü olur. neden neden neden, neden onlar?! onlar değil ben ben bu aptal ben olmalıydım onların yerinde.
taeyong, mark... benim can.. can parçalarım. hak etmediler bunu. onlar böyle bir şeyi hak etmediler. onlar masum... can parçalarım... ben ölmeliydim. beni bulmalıydı ilk, bana gelmeliydi. onlar kaçabilirdi, yaşayabilirdi böylece.
taeyong... mark...
ben... şimdi ben bunu nasıl unutacağım... bu anlattıklarım, siz bunu... asla, asla ben olup benim gözümle görüp, benim çektiğimi çekip... anlayabilir misiniz? gözünüzün önünden silinebilir mi... en sevdiklerinizin... o şekilde ölüşü...
benim, benim hala silinmedi...haykırdım, bağıra bağıra ağladım... o ağrı ama gitmedi...
tears inside me... they are still there waiting to be.. poured over my broken heart....
ŞİMDİ OKUDUĞUN
never forgotten dream of mine
Fanfiction--- nct taeyong-mark-ten --- one-shot --- ..a dream