12 saatlik yorucu bir uçak yolculuğundan sonra Paris'e varabilmiştik. Business Clas'ta uçtuğumdan dolayı hostesler tarafından gayet güzel bir şekilde ilgilenilmiştim. Ama yine de bu, yolculuğun yorucu olduğunu değiştirmezdi.
Uçaktan indiğim an siyah maskemi takmıştım. Hem uyuduğumda dolayı eğer yüzüm şişmişse görünmesin diye hem de insanların beni tanıyıp beni soru yağmuruna tutmalarını istemediğimdendi. Ama bu da pek işe yaramadı. Kulaklığımı takarak pasaport kontrol noktasına gidiyordum. Ama insanların düşüncelerini merak ettiğimden dolayı da müzik açmamıştım. Süs gibi duruyordu.
Pasaport kontrolü hızlıca bitmişti ama arkamdakilerin ve yanımdakilerin benim hakkımda konuştuklarını da duyabiliyorum. Vakit kaybetmeden valizlerimi almak istedim. Toplamda üç tane çantam olduğu için pek kolay olmayacaktı ama sağolsun Madame, sırtımın ve kollarımın güçlenmesi için haftada dört kere beni pilatese gönderiyordu.
Bunun sayesinde gerçekten de ağır olan valizlerimi kolayca aldım ve onları çeke çeke dış kapıya doğru ilerlemeye başladım. İnsanlar gerçekten şaşırmıştı. Aslında haklılardı, bu kadar ince bir kız nasıl bu kadar çok valizi alabildi diye...
Beni operadan görevlilerin karşılaması gerekiyordu. Onların gönderdiği arabayla herkesin kalacağı yurda gidecektik. Kampüs o kadar büyüktü ki içinde kızlar yurdu, erkekler yurdu, fitness salonu ve koskocaman bir sahne vardı.
Derin bir nefes aldım ve Paris'e ilk adımımı bastım. Ama ayak basmamla beraber adımı bağıranları, çığlık atanları ve patlayan flaşları fark etmem bir oldu. Aslında dünya çapında bu kadar tanınmayı beklemiyordum. Ne yalan söyleyeyim, gerçekten de mutlu olmuştum. Ama bunu fark ettirmeden sadece onlara eğilerek selam verdim ve benim için gelen arabaya bindim.
Arabaya binmeden önce bazı kişilerin:
"Vay canına gerçekten de dedikleri gibi uzun ve zayıfmış."
"Gerçekten de Buz Kraliçesiymiş..."
"Ben de büyüyünce Mikasa gibi olmak istiyorum!"Arabaya bindiğim an, adının Hannes olduğunu öğrendiğim sarı saçlı adam kendini tanıtmıştı. Bana gerçekten de sempatik biri gibi gelmişti. Ben de onunla konuşmaya başladım. Anladığım kadarıyla benden önce birkaç sanatçı daha gelmiş ama 'sanatçı egoları' yüzünden başlarını telefonlarından ayırmamışlar ve Hannes ile tek kelime bile konuşmamışlar.
"Mikasacığım herkes sana 'Buz Kraliçesi' diyor ama sen kesinlikle öyle biri değilsin. Mütevazisin ve kendini başkalarından üstün görmüyorsun. Gerçek bir sanatçı bu özelliklere sahip olmalı. Seni tebrik ederim..."
Yanaklarım kızarmaya başlamıştı, ilk defa böyle iltifatlar alıyordum. İyi ki maskeyi takmışım...
"Çok teşekkür ederim Hannes-san. Ben de size teşekkür ederim. Acaba bir mahsuru yoksa yurda ne zaman varacağımızı sorabilir miyim?"
"Ay ne mahsuru Mikasacığım, yaklaşık bir saat sonra varacağız gibi gözüküyor. İstersen bu zaman aralığında uyuyabilirsin. Seni ben varmamızdan 5-6 dakika önce uyandırırım. Yıldızımızın jetlag mağduru olmasını istemeyiz değil mi?"
"Tekrardan çok teşekkür ederim Hannes-san."
...
Hannes-san'ın beni kaldırmasıyla uykumdan uyanmış oldum. Bu uyku gerçekten de çok iyi gelmişti. Tüm enerjimi toplamış gibiydim. Hannes-san, bana en son bizim geldiğimizi söyledi. Aslında bu benim için daha iyiydi, herkesin gözü benim üstümde olacaktı. Herkesin de ortak salonda olduğunu öğrendim.
Kampüse girdiğimiz az gerçekten de şok geçirmiştim. Her yer yeşillikle kaplıydı. Koskocaman beyaz, saray gibi bir bina vardı. Büyük ihtimalle derslikler ve sahne oradaydı. Beyaz binanın sağında da yurtlar vardı. Anladığım kadarıyla yurtlar aynı binanın içinde, farklı katlardaydı. Biz de şimdi sol tarafta olan ana binaya gidecektik. Herkes orada olmalıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Swan 黑天鵝 | Mikasa Ackerman
Mistério / Suspense" Dayanamıyorum artık Madame... Hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor. O rolü kapamazsam tüm kariyerim biter. Ne olursa olsun önümde duran her engeli yok edeceğim. Sahnede parlayan tek yıldız ben olacağım. Tüm dünya adımı altın harflerle yazacak. Beni...