Mağaranın duvarları çok soğuk ve aynı zamanda ıslaktı. Bir zaman sonra duvarlardaki artık kahverengileşmiş yosunlar ciğerlerimi yakmaya başlamıştı. Etraf zifiri karanlıktı ve nereye gittiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.Sadece ilerideki beyaz ışığa doğru gidiyordum çünkü bu lanet yerde tek farklı olan şey bu ışıktı. Ben ilerlemeye devam ettikçe ışığın şiddeti artıyor ve gözlerimi gitgide daha çok yakıyordu. Biraz daha gittikten sonra ellerimi gözlerime siper ederek nerede olduğumu anlamaya çalıştım.
Nerdeyse içine şehir sığdırabileceğin kadar büyük bir alana gelmiştim. Mağaranın ortasındaki ışığa daha fazla yaklaşmadan etrafıma bakmaya karar verdim. Duvarlar hala ıslak gibi görünüyordu ancak yosunlardan eser kalmamıştı. Duvarların her yerinde belirli aralıklarla hangi dilde olduğunu anlayamadığım mavi, beyaz parlayan bazı semboller oyulmuştu.
Bana en yakın olan sembole yavaşça parmaklarımı yaklaştırmaya başladım. Ben parmaklarımı yaklaştırmaya devam ettikçe sembolün ışığı giderek sönükleşiyordu. En sonunda tamamen dokunduğumda bir şeyler olmasını beklemiş ya da dilemiştim. Ancak hiçbir şey olmadığını fark edince elimi geri çekmiştim ve çekmemle birlikte bütün semboller eskisinden daha parlak bir şekilde parlamaya başlamıştı. Gözüm ilk buraya girdiğimde ortada olan ışığa takıldı. Duvarlardaki semboller daha da parlaklaşırken ortadaki ışık daha da sönükleşiyordu.
Oraya gidip ne olduğuna bakmazsam ölecekmiş gibi hissediyordum. Yavaşca oraya doğru yürümeye başladım. Ben yürüdükçe mağara daha da çok sallanıyor, her adımımla daha da çok titriyordu. Mağaranın ortasında yerde beyaz bir papatya vardı. Anlam verememiş, sorgular bir şekilde daha iyi görmek için çömeldim. Kendimi büyülenmiş gibi hissediyordum. Kendimi bu çiçeğe bakmaktan alıkoyamıyordum.
Çok güzeldi, bu dünyadan değil gibiydi. Hala etrafına beyaz ışıklar yayıyordu ve bu ona dokunma isteğimi arttırıyordu. Beyaz yapraklarından birine dokunmamla birlikte etraf o kadar aydınlanmıştı ki mağranın duvarlarını göremiyordum. Gözlerim acıyordu ancak elimi çiçekten çekemiyordum. Daha fazla dokunmak istiyordum. Çiçeği, burayı daha fazla hissetmek istiyordum. Gözlerimi kapadım ve çiçeği yavaşça kopardım.
Gözlerimi yavaşca açtığımda karşılaştığım ilk şey tahta bir tavandı. Kendime gelmem bir kaç dakikamı almıştı. Kenimde geldiğimde düşündüğüm ilk şey nerede olduğumdu. Ayağa kalmak yerine koltukta oturmayı seçtim. Başım çok kötü ağrıyordu ve ağlamak istiyordum.
''Kendine gel Evadne'' diye fısıldamıştım kendime. Önce nerede olduğumu bulmalıydım. Etrafıma biraz göz gezdirdim. Klasik bir kulübedeydim. Tahtadan yapılmıştı büyük bir salonu ve diğer odalara açılan kapıları vardı. Kapının iki yanında ve hemen arkamdaki duvarda büyük pencererler vardı. Duvarlarda da sanki mistik hayvanlara benzeyen şeyleri tasvir eden duvar halıları bulunuyordu.
En sonunda ayağa kalkıp ellerimi ve ayaklarımı hafifçe salladım. Mağaradaki çiçeği kopardığım elimde çiçek şekilleri ve değişik semboller oluşmuştu. Önümdeki pencereye doğru yürüyüp kendimi görmeye çalıştım. Semboller ve şekiller omzuma kadar uzanıyor ordan da ufak bir kısmı boynuma ulaşıyordu. Bunu sonra düşünmeye karar verdim, şuan bir şekilde nerede olduğumu anlamam gerekiyordu.
Yavaşça pencereden dışarıya baktım. Hava aydınlıktı ve ormanlık bir alanın içindeydim. Etrafta kimse yok gibi görünüyordu. Hem kapıya doğru ilerleyip hem de camdan bakmaya çalışıyordum. Buraya doğru gelen garip kıyafetli iki adam fark etmiştim. Bu tarafa bakmıyor, kendi aralarında bir şeyler tartışıyormuş gibi görünüyorlardı.
Bu durumu fırsat bilerek kapının yanındaki masadan gözüme çarpan ilk sivri şeyi alıp kemerimin arasına koydum ve tişörtümü onun üzerine aldım. Daha sonra kalktığım koltuğa yatıp onları beklemeye başladım. Yavaş yavaş yaklaşıyorlardı, sesleri daha yakından geliyordu.
Kapı açılmış ve kıpırdanmaktan son anda kurtulmuştum. Anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı. Biri koluma dokunduğunda korkmuş ve hızlıca ayağa kalkıp kemerimdeki şeyi çıkarmıştım. Önümdeki insan gibi duran ama daha kudretli ve kesinlikle yapılı olan varlıklara doğrultmuş olduğum şeye bakıyor ve içimden küfürler ediyordum.
Biri siyah, diğeri ise beyaz saçlıydı. Siyah saçlı olan bana yaklaşmaya çalışınca bende istemsiz olarak geri çekilmiştim ve bu durum beyazlı olanı güldürmüştü. Yan tarafımdaki kapıya göz ucuyla bakmaya çalıştım. Üzerinde kilit yok gibi duruyordu. Elimdekini siyah saçlıya doğru fırlatıp kapıya doğru yöneldim.
Ben daha adım atamadan beyaz saçlı çocuk önümde durmuş ve geçmemi engellemişti. Siyahlı ise gelip ellerimi arkadan birleştirmiş kaçmamı veya herhangi bir şey yapmamı engelliyordu. Göz kapaklarım dışında hiç bir yerimi haraket ettiremiyordum. Önümdeki elini kaldırıp iki parmağını anlıma bastırıp yine anlamadığım bir dilde fısıldayarak bir şeyler söylüyordu. Elini çektiğinde siyah saçlıda beni serbest bırakmıştı.
Yine kaçmaya çalışmak için haraketlendiğimde bu sefer benim dilimde olan bir cümle duymuştum.
''Sakin ol.''
Arkamı dönüp ikisine de baktım. Kafam çok karışmıştı.
''Dilimizi artık anlayabiliyorsun değil mi?"
Anlayabiliyordum ama çok korkmuştum. Sesi kemiklerime kadar işliyor gibiydi. Sanki ağzını açmadan direkt ruhuma konuşuyordu. Bundan olacak ki sadece kafamı aşağı yukarı sallayabilmiştim.
''Güzel. Korkma, sana zarar verecek olsak bunu sen uyurken yapardık.''
İstemsizce yutkundum ve sesimin kısık çıkmaması için dua ettim.
''Ben neredeyim? Burası neresi?'' beyaz saçlı cevap vermişti.
''Quenty. Tanrıların gezegeni.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Daisy Daires
FantasyBir arkeologun başına en fazla ne gelebilir ki? Ah peki, o zaman bu hikayeyi okumadın sayıyorum. Quenty'ye hoş geldin 🍻