" Büyüdüğünüzü ne zaman idrak edersiniz? Boyunuzdan büyük işlere kalkıştığınızda mı, yoksa ilk defa kimselere hesap vermeden hareket etmeye başladığınızda mı? On dokuz yaşıma gireli henüz birkaç gün olmuşken hala büyümüş olmanın getirdiği o hiç tatmadığım sorumlulukları, belki de her gencin yaşadığı o deli dolu hisleri tanımak istiyordum. Çünkü, evet. Doğduğum günden beri başımı çıkartamadığım bu kasvetli dört duvarda, tanışmamıza davetiye niteliğinde hiçbir unsur, nefes yoktu.
Dışarıdan bakıldığında taptaze, on dokuzunun getirdiği deli kanlı bir gençtim. Yani, en azından kırk yılda bir görüştüğümüz aile dostlarımızın gözünde öyleydim. Hayat benim için çok kolaydı. Dadılar, odalar dolusu oyuncaklar, yaşım ilerledikçe sahip olduğum o lüks teknolojik aletler. Daha anaokulu çağındayken anlamıyordum içimdeki boşluğun nedenini. Şimdilerde duyduğum özlemle her şey anlamına kavuşuyordu yavaş yavaş.
Büyümek istiyordum. Hiç yaşamadığım şeyleri yaşamak, kitaplarda okuduğum tüm uçuk hayallerin peşinden koşmak için deliriyordum. Büyümek istesem de, çocukken yiyemediğim paketlenmiş gıdaları yemek istiyor, mikrop kaparım diye gönderilmediğim parkta sadece koşturmak istiyordum; hasta olana dek.
Ama annemin anlattığına göre dışarısı tehlikeliydi. Tanımadığım insanlardan tutun, onların tahmin edemediğim belirsiz düşüncelerine kadar her şey benim için bir tehlike yaratıyordu. Sorgulamak istiyordum, çoğu kez de denedim. Ama bu kasvetli şatonun göz ardı edilemeyecek katı kuralları sürekli yoluma çıkıyordu. Yani, tüm yollar babamın şiddetine davetiye niteliğindeydi.
Aklınız karıştı, öyle değil mi? Düşündüğümde, ben de delirecekmiş gibi oluyordum haliyle. O halde size hayatımın bu konumda olmasının en büyük sebebi olan babamı anlatarak, olayların biraz da olsun aydınlanmasına yardımcı olmalıyım.
Babam... Kendisi Kore hükümetinin yıllardır baş üstünde tuttuğu başarılı, birçok kez kapattığı dosyalar sebebiyle adını duyurmuş savcı. Yani, sandığınız gibi başı beldan kurtulmayan belalı bir mafya lideri değil. Ancak, zanlıların ailelerinin pek de ondan hoşlandığını söyleyemem. Hatta bu sebeple birkaç kez suikaste uğradığını da biliyordum. Babamın başarılarıyla süslediği mesleği, çok önceden yani dedemin polis kimliğiyle kaderine işlenmiş aslında. Evdekilerin anlattığına göre büyük babam ketum, dediğim dedik, peşin hüküm koymayı seven bir baba, zor bir eşmiş. Onların.. "
Cümlenin devamını getirmek için ilk önce, sürekli beni taciz etmeye yemin etmiş olan Jun ağabeyi susturmam gerektiğini idrak ederek diz üstü bilgisayarımı uyku moduna aldım. Telefonum çalışma masanın üzerinde ısrarla titremeye devam ederken, ezbere bildiğim numaradan gelen aramayı bekletmeden cevapladım.
"Açmıyorsam bir işim vardır, değil mi hyung?"
Karşı taraftan gelen sinir bozucu kahkaha kaşlarımı sinirle çatamama neden olmuştu bile. Tavrımı ses tonuma yansıtmış olmama rağmen, nasıl bu kadar keyfili olabiliyordu anlamış değildim. Cidden... Bu adam pes etmeyi kesinlikle bilmiyordu. Kısa süreli gereksiz gülüşmelerden sonra nihayet cümlesine giriş yapabilmişti.
"Dur tahmin edeyim! Yine erkenden kalktın ve her sabah yaptığın gibi şu blog işleriyle uğraşıyorsun. Fakat birkaç saate kalmaz yazdıklarının hepsini sileceksin, yanlış mıyım?"
Her defasında haklı olması, aslında gerçeklerin bir bir yüzüme çarpmasına yetiyordu işte. Onaylar bir şekilde homurdandım.
"Biliyorsun, babam... Bir keresinde yakaladı ve elinden zor kurtuldum. Bu yüzden yazsam bile hep taslakta tutuyorum."
Telefon hala kulağımdayken büyük bir bıkkınlıkla bilgisayarı uyku modundan alıp, tarayıcı sekmesinde yarım kalmış yazıya baktım. Jun ağabey arka planda konuşmaya devam ederken, çoktan yazdıklarımı çöp kutusuna göndermiştim bile.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
death box | markhyuck
Fiction générale✧.* "Senden her zaman nefret etmişimdir, elindekilerin değerini hiçbir zaman bilmeyen şımarık çocuk. Şimdi beni iyi dinle. Kapının önüne bir ölüm kutusu bıraktım. Büyüdüğünü kanıtlamak mı istiyorsun? O halde ağlamayı kes ve sadece tehlikenin tadını...