Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Gecenin siyahına ruhumun karanlığı tamamen karışsa da, bedenimin beyazlığı balkonda gezen bir hayalet gibi görünmeme neden oluyordu. Eylül ayının on altıncı gecesinde, balkonda oturan bir ruh. Etrafta kimse olmamasına rağmen bunları düşündükten hemen sonra üzerimde hissettiğim gözlerden rahatsızlık duymamak için içeri girip en az gece kadar siyah bir hırka aldım ve giymeden tüm bedenimi içine sakladım. Yetmedi. Gözler hala etraftan kaybolmamıştı. Balkonun caddeye kapalı bölümüne geçip, ufak bir manzara görmeme yetecek şekilde oturdum. Başımı arkamdaki caddeyi kapatan duvara yasladım, siyah hırkayı üzerime çektim. Kültablası biraz önce oturduğum yerde kalmıştı. Almaya üşendim. Odamın balkona açılan penceresinin mermerine sigaranın küllerini bıraktım. Rüzgarın onları alıp götüremeyeceğini, sabah annemin onları fark etmesi sonucu, okkalı bir azar işiticeğimi biliyordum. Bunları düşünerek tekrar kültablasını almaya üşendim ve bir tutam külü daha mermerin üzerine bıraktım.
Ay en tepede ve en büyük halindeydi, dolunay. Ölmek için en güzel gecelerden bir tanesi. Balkonun altında dolunayı izlerken ölmeyi isteyebilirdim. Beklediğim o günün geleceği yoktu, benim de bir geleceğim yoktu. Rainbow. Bir kaç yıl önce bir kızın bana söyledikleri zihnimde tur attı. 'Sen gökkuşağındaki bir renksin Alaska. Sen çevrendeki herkesten farklısın, sen gökyüzünü oluşturan bir elementsin.' zihnimde gökyüzü canlandı bir an, ilk başta en uzaktan baktım gökyüzüne. Küçükken bize öğretilen yedi renkten oluşmuş bir yarım çember gözlerimin önünde duruyordu. Renkleri saydım. Beyaz yoktu. Biraz daha yaklaştım gökkuşağına, renk geçişlerini inceledim, her milimine özenle baktım. Beyaz yoktu. Renklerin hepsini topladım, tüm renkleri birbiriyle karıştırdım, siyahı buldum, geceyi buldum. Beyaz yine yoktu. Tüm renkleri sildim yine gökyüzünden. Uzaya doğru çıkmaya çalıştım. Gezegenleri, yıldızları, renk barındıran ne varsa sildim gözümün önündeki manzaradan, hepsini tek tek ayıkladım, kendime sonsuz evrenin, sonsuz karanlığını bıraktım. Tekrar siyahı silmeye çalıştım. Beyaz gelsin istedim, beyazı bulmak istedim. Beyaz yine yoktu.
Issız sokağın sessizliğini bir kapı gıcırdısı bozmasaydı, o siyahı çarşaf sayıp çekicek, altından beyaz rengi çıkarıcaktım. 'beyaz renk' güldüm, beyaz renk değildi, siyah dahi bir renkti ama beyaz renk değildi. Biraz önce gıcırdayan kapı kapandı, sesler devam etti. Bir sandalye sanırım karşı balkonda bulunan bir sandalye, balkonda bir yerde çekildi, çıplak mermere bırakıldı. Üzerine binen birisinin ağırlığı bir ses daha oluşturdu. Gitme vaktimin geldiğini hissettim. Issızlık bozulduğunda bu kadın oradan gitmeliydi. Yılların verdiği alışkanlık. Siyah çarşafı topladım, kısalan şortumu normal boyuna getirdim, üzerimdeki sporcu atletini düzelttim ayağı kalktım. Vücudumun çok az bir kısmı kapalıydı, acaba karşı balkonda olduğunu tahmin ettiğim kişi benden korkar mıydı?
Güldüm. Takmadım.
Hırkayı ikiye katlayıp elime geçirdim, içeriye girmek için kapıya doğru bir iki adım attım. Bir öksürük sesi işittim. Bir, iki, üçüncüsü gelmedi. Arkamı dönmek istedim, bedenim izin vermedi. İleri de gidemedim. Olduğum yerde donup kaldım. Bir saniye, iki saniye, üç, dört, beş.. olduğum yerde bekliyordum. Neyi? Saçmalıktı. En sonunda balkonun kapısından geçerek odama ulaştım. Yorganı çek, yatağa gir, üzerini ört. Telefonu eline al, yatağın arkasındaki prize ulaş, önce telefonu prizle buluştur sonra telefonu kulaklıkla. Uyu. Gün doğana kadar uyanma.