Kız o kadar yavaş adımlarla yürüyordu ki dışarıdan gören biri onun olduğu yerde saatlerdir sabit bir şekilde durduğunu düşünebilirdi. O kadar uzun zaman yoktu ki buralarda etrafında gördüğü her şey onun için yeniydi. İnsanların dönüp dönüp ona bakmalarını garipsiyor, parmaklarıyla onu göstermelerini anlamıyordu.
Üzerindeki simsiyah pelerini o yürüdükçe dalgalanıyor ve saçları topuklarına kadar uzanırken ismini bilmediği araçlar üzerine doğru geliyordu. Oldukça gürültülü ve onlarca bilmediği o koca araçların arasından geçerken sanki az gürültü varmış gibi bir de insanların bağırışlarını dinlemek zorunda kalıyordu. 900 yıl önce eviyle o nehrin arası bu kadar kalabalık değildi ama uzun bir zaman geçmişti. Başka nasıl değişikliklerin olduğunu düşünmeden edemiyordu.
Sabahın ilk ışıklarını göründüğü sırada evine varmıştı. Gürültü kulaklarını acıtmış olsa da evi hala eski sessizliği ve asaletiyle olduğu yerde duruyordu. Yıpranmıştı, eskimişti ama yine de onu bekliyordu. Şatosunun önünde durup bir süre onu bırakıp gittiği son geceyi hatırladı. Gözleri önünde yok olan 9 kız kardeşinin, 4 erkek kardeşinin ve onun acısını yaşayamadan uykuya dalmak zorunda olduğu o geceye... Eski sinirinden eser yoktu. Sinirlerinin yatışması için 900 yıl harcamıştı şimdi tek istediği intikamdı. Saf ve katıksız intikam arzusu...
Büyük demir kapıyı ittirdiğinde demirin paslı gıcırtısı ona hoşgeldin diyordu adeta. Büyük bahçesinden geçtiğinde çiçeklerle bezeli, neşeli sohbetlerine ev sahipliği eden o muhteşem botanik cennetinin şimdiki viran hali, evin yarısı yıkılmış eksik görüntüsü ona ardında bıraktıklarını hatırlatıyordu. Elini kaldırıp bahçenin yıkık duvarlarına dokunduğunda yıkık duvar sahibinin tanıdık dokunuşunu hissetmiş gibi sarsılmıştı. Kızın kırmızı gözleri parladığında duvar kendini onarmaya başlamıştı.
Yüzyılların hasretiyle yanan bahçe, ev, duvarlar, kapılar, pencereler kızın her bir adımı ile sallanarak onu karşılıyor, adım attığı yerlerde yavaşça çimenler baş gösteriyor, ev kendini yavaş yavaş onarmaya başlıyordu. Büyük bahçeyi geçip şatonun kapısını açtı. Bir sürü hayaletin gölgelerini izlerken bir süre olduğu yerde kalmıştı. 900 yıl öncesine gidip kalabalık salonunda yaptığı partileri hatırlamıştı. Hiçbir zaman boş kalmayan evinin terk edilmişliği yüzüne çarparken içeri girdi ve yine oldukça yavaş adımlarla salonu geçip üst kata odasına çıktı.
Güneş dağın üzerinden çıkmış kırmızı bir top gibi yükseliyordu. Kız, kıpkırmızı güneşin yükselmesini izlerken arkasında bir hareketlenme ardından da boğazında bir soğukluk hissetmiş ama tepki vermeden güneşin doğuşunu izlemeye devam etmişti. Boğazındaki metalin soğukluğu ona iyi gelmişti hatta... Kulağındaki yabancı tını ona emreder bir sesle "Kimsin sen!" diye sordu. Kız gözlerini diktiği güneşten çekmeden öylece dikilirken metalin biraz daha boğazına yaslandığını hissetti.
"Sana kimsin dedim lanet olasıca! Neden buradasın?"
Kız hiçbir sorusuna cevap vermeyince sinirlenen adam bıçağı boynundan çekmeden kızın önüne geçtiğinde kız çoktan doğmuş güneşe bakmayı bırakıp dağın ardında bir noktaya diktiği gözleriyle genç adamı görmezden geliyordu. Kıyafetleri yırtık pırtık, yüzünden pislik akan, yağlı saçlı ama buna rağmen perdelenemeyen yakışıklı bir yüzü, kaslı vücudu ve upuzun boyu ile ondan korkmayan kızın önüne dikildi.
Kızın 000ayaklarından başlayarak onu süzmeye başlamıştı. Yalın ayak olmasına rağmen en ufak bir yara izi yoktu. Ayak bileklerinden başlayan siyah pelerini ile simsiyah saçları aynı boyda uzanırken onu yukarı doğru süzmeyi sürdürdü. Bembeyaz elleri ve uzun parmakları bir prensesinkini andırıyordu. Biraz daha gözlerini yukarı kaydırdığında incecik boynuna dayadığı bıçağın hiçbir kızarıklığa yol açmadığını fark etti. Biçimli çenesi, pembe dudakları, minicik bir burnu vardı. Yeşil ve kırmızının birbiri ile buluşması ile çocuk elindeki bıçağı düşürdü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bluemoon (ASKIDA)
VampireMyles sıradan bir sokak çocuğuydu. Ta ki ev bildiği viraneye garip bir kız gelene kadar... Pandoranın kutusu açılıyor, 900 yıllık nefret ortaya çıkıyor!