Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk
sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum
masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama
gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım
ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın basındaydım
ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde
gösteriyordu. Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından
yüzüme ışık fışkırıyor sandım:
Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir
ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan
çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir
hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir
köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni
kelimeleri ve sayfalan okuyordum.
Bir süre sonra, başıma gelecek şeylere karşı kendimi o kadar hazırlıksız ve
çaresiz hissettim ki, kitaptan fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an
içgüdüyle yüzümü sayfalardan uzaklaştırdım.
Çevremdeki dünyanın da baştan aşağıya değiştiğim o zaman korkuyla fark
ettim ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalnızlık duygusuna kapıldım.
Sanki dilini, alışkanlıklarını, coğrafyasını bilmediğim bir ülkede yapayalnız
kalmıştım.
Bu yalnızlık duygusunun verdiği çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı
sıkıya bağladı, içine düştüğüm yeni ülkede yapmam gereken şeyleri, inanmak
istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın alacağı yolu bana bu kitap
gösterecekti. Sayfalan tek tek çevirirken kitabı şimdi bana vahşi ve yabancı bir
ülkede yol gösterecek bir rehber gibi de okuyordum. Yardım et bana, demek
geliyordu içimden, yardım et ki kazaya belaya uğramadan yeni hayatı bulayım.
Bu hayatın da, ama rehberinin kelimeleriyle yapıldığını biliyordum. Kelimeleri
tek tek okurken, bir yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir yandan da yolumu
büsbütün kaybettirecek hayal harikalarını hayretle tek tek ben kuruyordum.
Bütün bu süre boyunca kitap masamın üzerinde duruyor ve ışığını yüzüme
saçarken, odamdaki öteki eşyalara benzer bildik tanıdık bir şey gibi
gözüküyordu. Bunu, önümde açılan yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın varlığını
hayretle ve sevinçle karşılarken hissettim: Hayatımı böylesine değiştirecek
olan kitap aslında sıradan bir eşya idi. Aklım pencerelerim kapılarını
kelimelerin bana vaat ettiği yeni dünyanın harikalarına ve korkularına ağır ağır
açarken, bir yandan da beni bu kitaba götüren rastlantıyı yeniden
düşünüyordum, ama bu aklımın yüzeylerinde, derine gidemeyen bir hayaldi.
Okudukça bu hayale dönmem bir çeşit korkudandı sanki: Kitabın bana açtığı
yeni dünya o kadar yabancı, o kadar tuhaf ve şaşırtıcıydı ki, bu alemin içine
bütünüyle gömülmemek için şimdiki zamanla ilgili bir şeyler hissetme telaşı
duyuyordum. Başımı kitaptan kaldırıp odama, dolabıma, yatağıma bakarsam ve penceremden dışarıya bir göz atarsam, dünyayı bıraktığım gibi
bulamayacağım korkusu içime yerleşiyordu çünkü.
Dakikalar ve sayfalar birbirini izledi, uzaktan trenler geçti, annemin evden
çıkışını, çok sonra da eve dönüşünü duydum; şehrin her zamanki uğultusunu,
kapının önünden geçen yoğurtçunun çıngırağını ve arabaların motorunu
duydum ve tanıdığım bütün sesleri yabancı sesler gibi işittim. Dışarda bir ara
yağmur bastırdı sandım, ama ip atlayan kızların seslenişleri geldi. Hava açarak
aydınlanıyor sandım, ama penceremin camında yağmur damlacıkları tıpırdadı.
Ondan sonraki sayfayı okudum, öteki sayfayı, başka sayfaları okudum; öteki
hayatın eşiğinden sızan ışığı gördüm; şimdiye kadar bilmediklerimi ve
bildiklerimi gördüm; kendi hayatımı gördüm, kendi hayatımın alacağını
sandığım yolu...
Yavaş yavaş sayfaları çevirdikçe, bundan önce varlığını hiç bilmediğim, hiç
düşünmediğim, hiç sezemediğim bir dünya ruhuma sindi ve orada kaldı.
Şimdiye kadar bildiğim, düşündüğüm pek çok şey, üzerinde durulmaya değmez
ayrıntılara dönüştüler ve bilmediklerim gizlendikleri yerlerden çıkıp bana
işaretler yolladılar. Kitabı okurken bunların ne olduğunu söyle deseler sanki
söyleyemezdim, çünkü okudukça, geri dönüşü olmayan bir yolda ağır ağır yol
aldığımı biliyor, arkamda bıraktığım bazı şeylere ilgi ve merakımın kapandığını
hissediyor, ama önümde açılmakta olan yeni hayata karşı öylesine bir heyecan
ve merak duyuyordum ki, var olan her şey bana ilgiye değer gibi geliyordu. Bu
ilginin heyecanıyla sarsıldığım, bacaklarımı sallamaya başladığım zaman olup
bilebileceklerin çokluğu, zenginliği, karmaşıklığı içimde bir çeşit dehşete
dönüştü.
Bu dehşetle birlikte, kitaptan yüzüme fışkıran ışıkta köhnemiş odalar
gördüm, çılgın otobüsler, yorgun insanlar, soluk harfler, kayıp kasabalar ve
hayatlar, hayaletler gördüm. Bir yolculuk vardı, hep vardı, her şey bir
yolculuktu. Bu yolculukta beni hep izleyen, en olmadık yerde karşıma
çıkıverecekmiş gibi yapan, sonra kaybolan, kaybolduğu için de kendini aratan
bir bakış gördüm; suçtan günahtan çoktan arınmış yumuşak bir bakış... Ben o
bakış olabilmek isterdim. O bakışın gördüğü dünyada olmak isterdim. O kadar
çok istedim ki bunları, o dünyada yaşadığıma inanasım geldi.
Hayır, inanmaya bile gerek yoktu; orada yaşıyordum ben. Kitap ela, tabiî,
ben orada yaşadığıma göre, benden söz ediyor olmalıydı. Benim
düşündüklerimi, benden önce biri düşünüp yazdığı için böyleydi bu.
Kelimelerle onların bana anlattıkları şeylerin birbirlerinden apayrı olması
gerektiğini de işte böyle anladım. Çünkü ta başından itibaren kitabın benim
için yazıldığını sezmiştim. Okurken, her kelimenin, her sözün içime işleyişi
zaten bu yüzdendi. Onlar olağanüstü sözler, ışıl ışıl parıldayan kelimeler
oldukları için değil, hayır; kitabın benden söz ettiği duygusuna kapıldığım için.
Bu duyguya nasıl kapıldığımı da çıkaramadım. Çıkardım da unuttum belki;
çünkü katiller, kazalar, ölümler ve kayıp işaretler arasında yolumu bulmaya
çalışıyordum.
Böylece, okuya okuya benim bakışım kitabın sözlerine, kitabın sözleri de
benim bakışıma dönüştü. Işıktan kamaşan gözlerim kitaptaki dünya ile
dünyadaki kitabı birbirinden ayıramaz oldu. Sanki tek dünya, var olan her şey,
olabilecek her renk ve eşya kitabın içinde ve kelimelerin arasındaydı da, ben okurken mümkün olabilecek her şeyi kendi aklımla, mutluluk ve hayretle
gerçekleştiriyordum.
Kitabın bana önce fısıldar gibi, sonra bir çeşit zonklamayla, sonra pervasız
bir şiddetle gösterdiği şey, okudukça anlıyordum, orada, benim ruhumun
derinliklerinde yıllardır yatıyormuş. Kitap suların dibinde asırlardır yatan
kayıp bir hazineyi bulup ortaya çıkarıyor ve ben satırlar ve kelimeler arasında
bulduklarıma, şimdi artık bu da benim, demek isliyordum. Son sayfalarda bir
yerde, bunu ben de düşünmüştüm de demek istedim. Daha sonra, kitabın
anlattığı dünyaya bütünüyle girdiğimde, karanlıkla alacakaranlık arasından
çıkan bir melek gibi ölümü gördüm. Kendi ölümümü...
Bir anda hayatımın hiç düşünemeyeceğim kadar zenginleştiğini anladım. O
sırada tek korktuğum şey, dünyaya, eşyalara, odama, sokaklara bakıp orada
kitabın anlattıklarını görememek değil, yalnızca kitaptan uzak kalmaktı. Kitabı
iki elimin arasında tuttum ve çocukluğumda resimli romanları okuyup
bitirdiğim zamanlar yaptığım gibi sayfalan arasından çıkan kâğıt ve mürekkep
kokusunu kokladım. Aynı kokuyla kokuyordu.
Masadan kalktım, çocukluğumda yaptığım gibi pencereye yürüyüp, alnımı
soğuk cama yaslayıp, dışarıya sokağa baktım. Kitabı beş saat önce, öğleden
sonra masanın üzerine koyup ilk okumaya başladığım zaman karşı kaldırıma
yanaşmış olan kamyon çekip gitmişti şimdi, ama boşalan araçtan aynalı
dolaplar, ağır masalar, sehpalar, kutular, ayaklı lambalar indirilmiş, karşıdaki
boş daireye yeni bir aile yerleşmişti. Çıplak ve güçlü bir ampulün ışığında orta
yaşlı bir anne babayla, ben yaşlarda bir oğulla kızın açık bir televizyonun
karşısında akşam yemeğini yiyişlerini, perdeler takılı olmadığı için
görebiliyordum. Kızın saçları kumraldı, televizyon ekranı yeşil.
Bir süre bu yeni komşulara baktım; belki de yeni oldukları için onları
seyretmekten hoşlanıyordum; bu ela sanki beni bir şekilde koruyordu.
Çevremdeki bildik tanıdık eski dünyanın tepeden aşağı değişmesiyle yüz yüze
gelmek istemiyordum, ama ne sokakların eski sokaklar, ne odamın eski odam,
ne de annemin, arkadaşlarımın aynı insanlar olduklarını anlıyordum artık. Bir
çeşit düşmanlık, adını tam koyamadığım bir tehdit ve korkutucu bir şey
olmalıydı hepsinde. Pencereden bir adım çekildim, ama masanın üzerinden
beni çağıran kitaba da dönemedim. Hayatımı yolundan çıkaran şey orada,
arkamda, masanın üzerinde beni bekliyordu. Ne kadar arkamı dönersem
döneyim, her şeyin başlangıcı orada, kitabın satırları arasındaydı ve ben o yola
çıkacaktım artık.
Bir an eski hayatımdan kopmuş olmak bana öylesine korkunç gözükmüş
olmalı ki, bir felaket sonucu hayatları dönüşü olmayacak bir şekilde değişen
kişilerin yaptığı gibi, hayatımın eskiden olduğu gibi akmaya devam edeceğini,
başıma gelen kazanın, felaketin ya da neyse o korkunç şey, onun olmadığını
hayal ederek huzur bulmak istedim. Ama arkamda masada, hâlâ açık olarak
duran kitabın varlığını öyle bir şekilde hissediyordum ki içimde, hayatımın
eskisi gibi nasıl devam edebileceğini hayal bile edemedim.
Böylece, daha sonra annem beni çağırdığında akşam yemeğini yemek için
odamdan çıktım ve yeni bir dünyaya alışmaya çalışan bir acemi gibi masaya
oturup onunla konuşmaya çalıştım. Televizyon açıktı, tabaklarda kıymalı
patates, zeytinyağlı pırasa, yeşil salata ve elmalar vardı. Annem karşıya yeni
taşınan komşulardan söz etti, benim bütün öğleden sonra, aferin, oturup çalıştığımdan, çarşı pazardan, yağmurdan, televizyondaki haberden, haberi
anlatan adamdan. Annemi seviyordum, güzel, nazik, yumuşak ve anlayışlı bir
kadındı ve kitabı okuyup ondan ayrı bir dünyaya girdiğim için suçluluk
duydum.
Kitap herkes için yazılmış olsaydı diye düşünüyordum, bir yandan, eskiden
olduğu gibi hayat böylesine ağır ve pervasız sürüp gidemezdi. Öte yandan,
kitabın yalnızca benim için yazılmış olduğu düşüncesi de, benim gibi mantıklı
bir mühendislik öğrencisi için doğru olamazdı. O zaman, her şey eskisi gibi
olmaya nasıl devam edebiliyordu? Kitabın yalnızca benim için hayal edilmiş bir
sır olduğunu düşünmekten bile korktum. Dan? sonra, annem bulaşıkları
yıkarken ona yardım etmek, ona dokunmak, içimdeki dünyayı bu zamana
taşımak istedim.
"Bırak, bırak ben yapıyorum canım," dedi.
Bir süre televizyona baktım. Oradaki dünyaya girebilirdim belki; belki de
televizyonu bir tekmede patlatırdım. Ama seyrettiğim bizim evdeki, bizim
televizyondu; bir çeşit tanrı, bir çeşit lâmba. Ceketimi, sokak ayakkabılarımı
giydim.
"Çıkıyorum," dedim.
"Ne zaman döneceksin?" dedi annem, "Bekleyeyim mi seni?"
"Bekleme. Sonra televizyonun karşısında uyuya kalıyorsun."
"Odanın ışığını kapattın mı?"
Böylece, yabancı bir ülkenin tehlikeli sokaklarına çıkar gibi, yirmi iki yıldır
yaşadığım kendi mahallemin, kendi çocukluğumun sokaklarına çıktım. Nemli
Aralık soğuğunu hafif bir rüzgâr gibi yüzümde hissedince, belki de, eski
dünyadan yenisine geçmiş olan birkaç şey de vardır, dedim kendime. Bunu
benim hayatımı yapan sokaklarda, kaldırımlarda yürürken şimdi görecektim.
Koşmak geliyordu içimden.
Karanlık kaldırımlardan, iri çöp tenekeleri, çamur gölleri arasından, duvar
diplerinden hızlı hızlı yürüdüm ve attığım her adımla yeni bir dünyanın
gerçekleşmekte olduğunu gördüm. Çocukluğumun çınar ve kavak ağaçlan ilk
bakışta aynı çınar ve kavak ağaçlarıydılar, ama onlara beni bağlayan anıların ve
çağrışımların gücü kaybolup gitmişti. Yorgun ağaçlara, iki katlı tanıdık evlere,
temelinden, kireç kuyusundan başlayarak ta çatısının kiremitlerine kadar nasıl
yapıldığım çocukluğumda gördüğüm ve sonra içinde yeni arkadaşlarımla oyun
oynadığım kirli apartmanlara hayatımın vazgeçilmez parçaları gibi değil de, ne
zaman nasıl çekildiklerini unuttuğum fotoğraflara bakar gibi baktım: Gölgeleri,
aydınlık pencereleri, bahçelerindeki ağaçları, ya da giriş kapılarındaki harfleri
ve işaretleriyle onları tanıyarak, ama tanıdığım şeylerin gücünü içimde hiç mi
hiç hissetmeden. Eski dünya, orada, karşımda, yanımda, sokakların içinde,
tanıdık bakkal camekanları, Erenköy istasyon meydanındaki ışıkları hâlâ yanan
çörek fırını, manavın meyve sandıkları, el arabaları, Hayat Pastanesi, köhne
kamyonlar, muşambalar ve karanlık ve yorgun yüzler olarak çevremdeydi.
Gecenin ışıklarında hafif hafif titreşen bütün bu gölgelere karşı yüreğimin bir
yanı buz kesmişti. Orada bir suç saklar gibi kitabı taşıyordum. Beni ben yapan
bütün bu tanıdık sokaklardan, ıslak ağaçların hüznünden, kaldırımlardaki su
birikintilerinde asfaltta yansıyan neon harflerin ve manav ve kasapların
lambalarından kaçmak istiyordum. Hafif bir rüzgâr esti, dallardan su damlacıkları döküldü, bir uğultu işittim ve kitabın bana verilmiş bir sır
olduğuna hükmettim. Korkuya kapıldım, birileriyle konuşmak istedim.
Mahalle arkadaşlarımın bazılarının hâlâ toplanıp akşamlan kâğıt oynadığı,
televizyonda futbol maçlarını seyrettiği, birbirleriyle buluşmak için gelip
takıldıkları istasyon meydanındaki Gençler Kahvesi'ne sokuldum. Arka
masada, babasının ayakkabıcı dükkânında çalışan bir üniversiteli ile amatör
kümede futbol oynayan başka bir mahalle arkadaşı televizyonun siyah beyaz
ışıkları altında çene çalıyordu. Önlerinde okuna okuna sayfalan birbirinden
ayrılmış gazeteler gördüm, iki çay bardağı, sigaralar ve bakkaldan alıp bir
sandalyenin oturma yerine gizledikleri bir bira şişesi. Birileriyle, uzun uzun,
belki de saatlerce konuşmak istiyordum, ama onlarla konuşamayacağımı
hemen anladım. Bir an neredeyse gözlerimden yaşlar getirecek bir keder
sarıyordu ki içimi, gururla silkindim: Ruhumu açacağım kişileri kitaptaki
dünyada yaşayan gölgeler arasından seçecektim.
Böylece kendi geleceğime bütünüyle sahip olduğuma inanacağım geldi, ama
biliyordum, şimdi kitaptı bana sahip olan. Kitap içime yalnızca bir sır ve günah
gibi sinmekle kalmamış, beni bir rüyadaki gibi bir çeşit dilsizliğe sürüklemişti.
Neredeydi konuşabileceğim bana benzer kişiler, yüreğime seslenen rüyayı
bulabileceğim ülke neredeydi, kitabı okumuş öteki kişiler nerede?
Tren yolunu geçtim, ara sokaklara girdim, dökülüp asfalta yapışmış san
yaprakları ezdim. Birden içimde derin bir iyimserlik yükseldi: Hep böyle
yürürsem, hızla yürürsem, hiç durmazsam, yolculuklara çıkarsam, sanki
kitaptaki dünyaya varacaktım, içimde ışıltısını hissettiğim yeni hayat, uzakta
bir yerde, belki erişilmez bir ülkedeydi, ama hareket ettikçe ona yaklaştığımı,
en azından eski hayatımı arkaçla bırakabildiğimi seziyordum.
Kumsala vardığım zaman denizin simsiyah gözükmesine şaştım. Geceleri
denizin bu kadar karanlık, katı ve acımasız olduğunu niye daha önce fark
etmemiştim? Sanki nesnelerin bir dili vardı da, kitabın beni içine çektiği geçici
sessizlikle bu dili biraz olsun işitmeye başlamıştım. Hafif hafif çalkalanan
denizin ağırlığını, tıpkı kitabı okurken karşılaşıverdiğim kendi geri dönüşsüz
ölümüm gibi, bir an içimde hissettim, ama gerçek ölümün vermesi gereken
"her şeyin sonu geldi" duygusu değil, hayata yeni başlayan birinin merakı,
heyecanı kıpırdanıyordu içimde.
Kumsalda aşağı yukarı yürüdüm. Küçükken, burada, lodos fırtınalarından
sonra mahalle arkadaşlarımla, denizin getirip yığdığı konserve kutuları, plastik
toplar, şişeler, plaj terlikleri, mandallar, ampuller, plastik bebekler arasında bir
şey arardık; bir hazinenin parçası sihirli bir eşya, ne olduğunu bilmediğimiz
ışıltılı ve yepyeni bir nesne. Kitabın ışığıyla aydınlanmış bakışımın, eski
dünyanın herhangi sıradan bir eşyasını bulup incelerse, o eşyayı
küçüklüğümde aradığımız o sihirli şeye dönüştürebileceğini bir an hissettim.
Ama aynı anda kitabın beni dünyada yapayalnız bıraktığı duygusu öylesine
güçle içimi sardı ki, karanlık denizin birden yükselip beni içine çekip yutacağını
sandım.
Telaşa kapıldım, hızlı hızlı yürüdüm, ama her adımımda yeni bir dünyanın
gerçekleştiğini görmek için değil, bir an önce odamda kitabımla yalnız kalmak
için. Koşar gibi yürürken kendimi şimdiden kitaptan fışkıran ışıktan yapılmış
biri olarak görmeye başlamıştım bile. Bu da beni yatıştırıyordu. Babamın, kendi yaşlarında kendi gibi Devlet Demiryolları’nda yıllarca
çalışıp da müfettişliğe kadar yükselen iyi bir arkadaşı vardı, Demiryol dergisine
demiryolculuk ateşi üzerine yazılar yazardı. Ayrıca, kendi yazıp resimlediği
çocuk romanları Yenigün Çocuk Maceraları dizisinde yayımlanırdı. Demiryolcu
Rıfkı Amca'nın bana hediye ettiği Pertev ile Peter ya da Kamer Amerika'da adlı
kitapları okuduğum günlerde de koşa koşa eve dönüp bir kitaba gömülmek
istediğim çok olmuştu, ama o çocuk kitaplarında hep bir son olurdu. Orada, üç
harfle, tıpkı filmlerdeki gibi "son" diye yazardı ve o üç harfi okuduğum zaman
içinde olmak istediğim ülkenin sınırlarını görmekle kalmaz, ayrıca o sihirli
diyarın Demiryolcu Rıfkı Amca'nın uydurduğu bir yer olduğunu acıyla
anlardım. Yeniden okumak için eve koşturduğum kitapta ise, her şeyin gerçek
olduğunu biliyordum, kitabı bunun için içimde taşıyordum, bunun için de
koşar adım yürüdüğüm ıslak sokaklar gerçek değillermiş de birilerinin beni
cezalandırmak için verdiği sıkıcı bir ev ödevinin parçalarıymış gibi
gözüküyordu bana. Çünkü kitap, bana öyle geliyordu ki, benim bu dünyada ne
için var olduğumu anlatıyordu.
Demiryolunu geçmiştim, caminin yanından dolanıyordum ki, bir su
birikintisine basmak üzere olduğumu görüp sıçradım, ayağım takıldı,
tökezledim, düştüm ve boylu boyunca çamurlu asfalta uzandım.
Hemen kalkmış, yoluma devam edecektim ki,
"Aman düşecektin yavrum" dedi düşüp boylu boyunca uzandığımı gören
sakallı bir ihtiyar. "Bir şeyin var mı?"
"Var," dedim. "Dün babam öldü. Bugün gömdük. Boktan herifin tekiydi, hep
içerdi, annemi döverdi, bizi burada istemedi, ben yıllarca Viranbağ'da
yaşadım."
Bu Viranbağ şehri de nereden gelmişti aklıma? ihtiyar da anlıyordu belki
söylediklerimin hiçbirinin doğru olmadığını, ama birden kendimi zeki mi zeki
hissettim. Atıverdiğim yalan yüzünden mi, kitap yüzünden mi, yoksa daha
basiti, adamın alıklaşan suratı yüzünden mi, çıkartamadım da, şöyle dedim
kendime: "Korkma, korkma git! O dünya, kitaptaki dünya, doğru dünya!" Ama
korkuyordum da... Niye?
Bir kitap okuyup hayatı kaymış benim gibilerin başlarına gelenleri
işitmiştim de ondan. Felsefenin Temel ilkeleri diye bir kitap okuyup, bir gecede
okuduğu her kelimeye hak verip, ertesi gün Devrimci Proleter Yeni Öncü'ye
katılıp, üç gün sonra banka soygununda enselenip on yıl yatanların
hikâyelerini duymuştum. Ya da İslam ve Yeni Ahlak, ya da Batılılaşma ihaneti
gibi kitaplardan birini okuyup, bir gecede meyhaneden camiye geçip, buz gibi
soğuk halıların üzerinde, gülsuyu kokuları içinde elli yıl sonra gelecek ölümü
sabırla beklemeye başlayanları da biliyordum. Sonra Aşkın Özgürlüğü ya da
Kendimi Tanıdım gibi kitaplara kapılanları da tanımıştım. Bunlar, daha çok
burçlara inanabilecek tıynette insanlar arasından çıkardı, ama onlar da bütün
içtenlikleriyle "Bir gecede bütün hayatımı değiştirdi bu kitap!" derlerdi.
Aslında, bu korkutucu manzaraların sefaleti ele değildi aklımdaki:
Yalnızlıktan korkuyordum. Benim gibi bir budalanın büyük bir ihtimalle
yapacağı gibi, kitabı yanlış anlamış olmaktan, yüzeysel olmaktan, ya da
olamamaktan, yani herkes gibi olamamaktan, aşktan boğulmaktan ve her şeyin
sırrını bilip bu sırrı öğrenmeyi hiç mi hiç istemeyenlere bir ömür boyu anlatıp
gülünç olmaktan, hapse girmekten, kafadan çatlak gözükmekten, en sonunda dünyanın benim sandığımdan da zalim olduğunu anlamaktan ve güzel kızlara
kendimi sevdirememekten korkuyordum.
Çünkü kitapta yazılanlar doğruysa, o sayfalarda okuduğum gibiyse hayat,
öyle bir dünya mümkünse, niye hâlâ herkes camiye gidiyor, kahvede laklak
edip pinekliyor ve her akşam bu saatte sıkıntıdan patlamamak için
televizyonun başında oturuyordu, bu hiç anlaşılmıyordu.
Sokakta da, televizyon gibi bakılacak yarı ilginç bir şey olabilir, belki mesela
bir araba hızlı geçebilir, ya da bir at kişner, ya da bir sarhoş bir nâra atabilir
diye bu insanlar perdelerini de tam kapamazlar.
Yarı çekik perdeleri arasından içine uzun uzun baktığım bir ikinci kat
dairesinin Demiryolcu Rıfkı Amcalar'ın evi olduğunu ne zaman fark ettim,
çıkartamıyorum. Fark etmeden farketmiştim de, hayatımın bir kitapla baştan
aşağı değiştiği günün akşamında ona içgüdüsel bir selam yolluyordum belki.
Aklımda tuhaf bir istek vardı: Babamla ona en son gittiğim zamanlarda evin
içinde gördüğüm eşyaları bir kere daha yakından görmek: Kafesteki
kanaryaları, duvardaki barometreyi, özenle çerçevelettirilip asılmış şimendifer
resimlerini, bir yarısına likör takımları, minyatür vagonlar, gümüş bir şekerlik,
kontrolör zımbaları, demiryolu hizmet madalyaları, diğer yarısına da kırk elli
kitap yerleştirilmiş vitrinli büfeyi, .üzeritideki hiç kullanılmayan semaveri,
masanın üzerindeki oyun kâğıtlarını... Yan açık perdeler arasından odadaki
televizyonun ışığını görüyordum, ama kendisini değil.
Birden, nereden geldiğini bilemediğim bir kararlılıkla apartman bahçesini
kaldırımdan ayıran duvara çıktım ve Demiryolcu Rıfkı Amca'nın dul karısı
Ratibe Teyze'nin başım ve baktığı televizyonu gördüm. Kocasının boş
koltuğuna kırk beş derece dönük oturmuş televizyonu seyrederken, tıpkı
annemin yaptığı gibi, başını omuzlarının arasına çekmişti, ama annem gibi
örgü öreceğine fosur fosur sigara içiyordu.
Demiryolcu Rıfkı Amca geçen yıl kalpten ölen babamdan bir yıl önce
ölmüştü, ama doğal bir ölüm değildi onunkisi. Bir gece kahveye giderken
üzerine ateş edilip öldürülmüş, katil yakalanamamış, bir kıskançlık lafı çıkmış,
babam ela hayatının son bir yılında o lafa hiç inanmamıştı. Çocukları yoktu.
Gece yansı, annem uyuduktan çok sonra, masamda dimdik oturup kollarım,
dirseklerim, ellerim arasında duran kitaba bakarken mahallenin ve şehrin
sönen ışıklarını, boş. ve ıslak sokakların hüznünü, son bir kere daha geçen
bozacının seslenişini, vakitsiz öten bir-iki kargayı, en son banliyö treninden
sonra geçmeye başlayan upuzun yük trenlerinin sabırlı tak-taklarını, gece
yarıları bizim mahalleyi benim burası yapan her şeyi yavaş yavaş, heyecanla,
coşkuyla, mutlulukla unuttum ve kitaptan fışkıran ışığa kendimi bütünüyle
verdim. Böylece, hayatımı ve hayallerimi o güne kadar oluşturan öğle
yemekleri, sinema kapıları, sınıf arkadaşları, günlük gazeteler, gazozlar, futbol
maçları, dershane sıraları, vapurlar, güzel kızlar, mutluluk hayalleri,
gelecekteki sevgilim, karım, iş masam, sabahlarım, kahvaltılarım, otobüs
biletlerim, küçük sıkıntılarım, yetişmeyen statik ödevlerim, eski pantolonlarım,
yüzüm, pijamalarım, gecelerim, otuzbir çektiğim dergiler, sigaralarım, hatta
hemen arkamda en güvenli unutuş için beni bekleyen vefakâr yatağım
aklımdan bütünüyle çıktı da, ben kendimi orada, o ışıktan ülkede gezinirken
buldum. Ertesi gün âşık oldum. Aşk, kitaptan yüzüme fışkıran ışık kadar sarsıcıydı ve
hayatımın çoktan yoldan çıkmış olduğunu bana bütün ağırlığıyla kanıtladı.
Sabah uyanır uyanmaz, bir önceki gün başımdan geçenleri gözden geçirmiş ve
önümde açılan yeni ülkenin bir anlık bir hayal değil, kendi gövdem, kollarım ve
bacaklarım kadar gerçek bir şey olduğunu hemen anlamıştım, içine düştüğüm
bu yeni alemdeki dayanılmaz yalnızlık duygusundan kurtulabilmek için
kendime benzeyen ötekileri bulmam gerekiyordu.
Gece icar yağmış, pencere önlerinde, kaldırımlarda, damlarda tutmuştu.
Masanın üzerinde açık duran kitap, dışarıdan gelen beyaz ve ürpertici bir ışığın
içinde olduğundan daha yalın ve masum gözüküyor, bu da onu korkutucu
yapıyordu. Ama gene de, her sabahki gibi annemle kahvaltı etmeyi, kızarmış
ekmek kokusunu koklayıp Milliyet gazetesini karıştırmayı, Celal Salik'in
yazısına bir göz atmayı başardım. Her şey alıştığım eski haliyle sürüyormuş
gibi sofradaki peynirden yedim, çayımı içerken annemin iyimser yüzüne
gülümsedim. Fincan, demlik, kaşık tıngırtıları, sokaktaki portakalcının
kamyonu, sanki bana hayatın eskisi gibi akabileceğin! duyurmak istiyordu, ama
kanmadım.
Dünyanın baştan aşağı değiştiğinden o kadar emindim ki, evden çıkarken
babamın o ağır ve eski paltosunu giyiyor olmak bende bir eksiklik duygusu
uyandırmadı. istasyona yürüdüm, trene bindim, trenden indim, vapura
yetiştim, Karaköy'de iskeleye zıpladım, kollarla, dirseklerle dirsekleştim,
merdivenlerden çıktım, otobüse atladım, Taksim'e vardım ve Taşkışla'ya
yürürken kaldırımlarda çiçek satan Çingeneler'e bir an durup baktım. Hayatın
eskisi gibi sürüp gidebileceğine inanabilir miydim, kitabı okumuş olduğumu
unutabilir miydim? Bir an, bu o kadar korkunç gözüktü ki koşmak geldi
içimden.
Mukavemet dersinde tahtaya çizilen şekilleri, yazılan rakkamları ve
formülleri ciddiyetle defterime geçirdim. Tahtaya bir şey yazılmadığı zaman
kollarımı kavuşturarak kel kafalı profesörün yumuşak sesini dinledim.
Gerçekten dinliyor muydum, yoksa herkes gibi dinliyormuş gibi yaparak
herhangi bir Teknik Üniversite inşaat Fakültesi öğrencisini mi taklit
ediyordum, çıkaramadım. Bir süre sonra o eski dünyanın, bildik dünyanın
dayanılmayacak kadar umutsuz olduğunu hissedince, yüreğim hızlı hızlı
atmaya başladı, damarlarımda ilaçlı bir kan geziniyormuş gibi başım döndü ve
kitaptan yüzüme fışkıran ışığın gücünün ensemden bütün gövdeme ağır ağır
yayılışını zevkle hissettim. Yeni bir dünya var olan her şeyi çoktan iptal edip
şimdiki zamanı geçmiş zamana çevirmişti bile. Gördüğüm, dokunduğum her
şey acınacak kadar eskiydi.
Kitabı mimarlıkta okuyan bir kızın elinde görmüştüm ilk. Alt kattaki
kantinden bir şey satın alacaktı, çantasında cüzdanım arıyordu, ama öbür eli
dolu olduğu için çantayı karıştıramıyordu. Elindeki şey kitaptı, elini boşaltmak
için benim oturduğum masanın üzerine bir an bırakmak zorunda kalmıştı. Bir
an, böylece, masama bırakılıveren kitaba bakmıştım. Bütün hayatımı değiştiren
rastlantı bu kadardı işte. Sonra kız, kitabı kapıp çantasına atmıştı. Öğleden
sonra eve dönüş yolundaki bir sokak sergisinde eski ciltler, risaleler, şiir ve fal
kitapları, aşk ve politika romanları arasında aynı kitabı bir defa daha görünce
satın almıştım. Öğle zili çalar çalmaz sınıfın çoğu, yemekhane kuyruğuna yetişmek için
merdivenlere koştu, ben sessizce sıramda oturdum. Koridorlarda gezindim,
kantine indim, avlulardan geçtim, sütunlar arasından ilerledim, boş sınıflara
girdim, pencerelerden karşı parktaki karlı ağaçlara baktım, helada su içtim.
Bütün Taşkışla'da aşağı yukarı yürüdüm. Kız ortalıkta yoktu ama
telaşlanmıyordum da.
Öğle yemeğinden sonra koridorlar daha da kalabalıklaştı. Mimarlık
koridorlarında yürüdüm, atölyelere girdim, çizim masalarının üzerinde para
maçı oynayanları seyrettim, bir köşeye oturup parça parça olmuş gazete
sayfalarını toplayıp okudum. Gene koridorlarda yürüdüm, merdivenlerden
indim, merdivenlerden çıktım, futbol, siyaset ve dün akşam televizyonda
gördükleri hakkında çene çalanları dinledim. Çocuk sahibi olmaya karar veren
bir film yıldızıyla dalga geçenlere katıldım, sigara ve çakmak isteyenlere
uzattım, biri bir fıkra anlatıyordu, dinledim ve bütün bunları yaparken, arada
bir, biri beni durdurup "filancayı gördün mü?" diye sorduğunda, iyi niyetle
cevap verdim. Bazen takılacak bir-iki arkadaş, bakılacak bir pencere, ya da
yürünecek bir hedef bulamadığımda, aklıma çok önemli bir şey gelmiş ve çok
acelem varmış gibi bir yöne doğru kararlılıkla hızlı hızlı yürüyordum. Ama
gittiğim yön belirsiz olduğu için kütüphane kapısının önüne geldiğimde, ya da
merdivenlerin sahanlığına adım attığımda, ya da sigara isteyen birine
rastladığımda yönümü değiştiriyor, kalabalığa karışıyor, bir sigara daha
yakmak için baza da duruyordum. Bir ara duvardaki bir ilan tahtasına yeni
asılan bir duyuruya bakacaktım ki, birden yüreğim hızlı hızlı attı, aklı başını
gitti, beni çaresiz bıraktı: Oradaydı işte, kitabı elinde gördüğüm kız, kalabalık
içinde, benden uzaklaşıyor, nedense bir rüyadaki gibi ağır ağır yürüyerek beni
çağırıyordu. Aklım başımdan gitti, ben ben değildim artık; bunu çok iyi
biliyordum, kendimi bırakıp peşinden koştum.
Beyaz gibi soluk bir renkte, ama beyaz olmayan ve başka hiçbir renk de
olmayan bir elbise vardı üzerinde. Merdivenlere varmadan ona yetiştim ve
yüzüne bir an yakından bakınca kitaptan fışkıran ışık gibi güçlü, ama
yumuşacık bir ışık vurdu yüzüme. Bu dünyadaydım ve yeni hayatın
eşiğindeydim. Orada kirli merdivenlerin başındaydım ve kitaptaki hayatın
içindeydim. Bu ışığa baktıkça yüreğimin beni hiç mi hiç dinlemeyeceğini
anladım.
Ona kitabı okuduğumu söyledim. Kitabı onun elinde gördüğümü ve ondan
sonra okuduğumu söyledim. Kitabı okumadan önce bir dünyam vardı, kitabı
okuduktan sonra başka bir dünyam olmuştu. Şimdi konuşmalıydık, çünkü ben
bu dünyada yapayalnız kalmıştım.
"Şimdi dersim var," dedi.
Yüreğim iki ölçü şaşırdı. Kız belki de anladı şaşırdığımı, çünkü bir an
düşündü.
"Peki," dedi sonra kararlılıkla. "Boş bir sınıf bulup konuşalım."
İkinci katta boş bir sınıf bulduk, içeri girerken bacaklarım titredi. Kitabın
bana vaat ettiği dünyayı gördüğümü nasıl açabilecektim, çıkaramıyordum.
Kitap benimle fısıldar gibi konuşmuş, açtığı dünyayı bir sır açar gibi vermişti.
Kız, adının Canan olduğunu söyledi, ben de benimkini söyledim.
"Seni kitaba bağlayan şey nedir?" diye sordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
NOVALIS
Non-FictionBelki de bu okuduklarınızdan sonra sizin bile hayatınız değişebilir.Yaşayabilceklerinize dair herşey bu yazıda.