50. ADAMIN KAYIP DÜŞLERİ

3.9K 238 26
                                    

"Bunun içinde zehir yoktur, değil mi?"

Can'ın, dudaklarındaki yarım gülüşle, önündeki empanadası işaret ederek sorduğu soru, kaşlarımın yukarı doğru havalanmasına neden olurken, önceki gün Kaan'a söylediğim şeyi hatırlayarak küçük bir nefes verdim. Bunu söylemişti, kendi söylediklerini de söylemiş miydi acaba?

Alt dudağımı dişlerimin arasında ezerken, avuç içlerimi masanın üzerine yerleştirip, bakışlarımı Can'ın çehresinde gezdirirken, "Kaan'a ne kadar güveniyorsun?" diye sordum. Gün boyunca belki de ilk kez bu kadar ciddiydim. "Ya da neden güveniyorsun?"

Yüzündeki keyifli ifade, sorumla birlikte sarsılırken, elindeki çatalı ve bıçağı tabağının kenarına bırakıp, sakin bir ifadeyle, "Neden?" diye sordu.

Omuz silkip zorlukla da olsa tebessüm ettim. "Sadece merak ediyorum."

Gözleri, düşünüyormuş gibi kısılırken, kendi kendine, "Kaan," diye mırıldandı. "Yedi aydır benimle. Bilge kaybolduğundan beri. Hayatımın en zor dönemlerinden birini yaşarken benimleydi. Güvenimi kıracak hiçbir yanlışını görmedim."

Başımı onaylarcasına sallarken, çatalımı elime alıp, önümdeki kahvaltı tabağını aşırmaya başladım. Saatlerdir boş olan midem, ağzıma attığım her bir şeyde âdeta bayram ederken, Can da benden farksızdı.

Kahvaltımızın sessizliğine, birkaç saat önce gördüğüm adamın çehresinin zihnimdeki gürültüsü karışırken, yemek yemeyi bırakıp, bakışlarımı Can'ın çehresine diktim ve birkaç dakika boyunca, her bir zerresini dikkatle inceleyerek onu izledim.

İki insanın, birbirine bu denli benzemesi normal miydi?

Adamın söylediği şeyi hatırlamak, iştahımın tümüyle kaçmasına neden olurken, önümdeki tabağı geriye doğru itip, bakışlarımı bu kez etrafımızdaki yeşillikte gezdirmeye başladım. Can, kahvaltı için o kadar güzel bir yer seçmişti ki, burada bulunalı daha bir saat olmamasına rağmen, içim daha şimdiden huzurla dolmuştu.

Kimisi uzun, kimisi kısa, ince gövdeli yahut kalın gövdeli ağaçların varlığına, toprağa tutunmuş kısa boylu çimler eşlik ediyordu ve gökyüzünde tüm ihtişamıyla asılı duran güneş, doğanın güzelliğini mümkünmüş gibi daha da parlatıyordu.

Ve burası, her şeyiyle fazla mükemmeldi.

Can da kahvaltısını bitirince, birlikte, uzun ağaçların, toprakta yaşayan canlıları güneşsiz bıraktığı, geniş piknik alanına geçtik. Can, sırtını, önünde durduğumuz ağacın geniş gövdesine yaslayarak yere oturduğunda, ben de onun yanına oturacaktım ki, ani bir hamleyle uzanıp belimden tuttu ve beni kendine doğru çekerek kucağına oturmamı sağladı.

Yaptığı şey, dudaklarımdan küçük bir çığlığın firar etmesine neden olurken, dudaklarını yanağıma bastırıp, "Hiçbir manzara senin kadar güzel değil," diye mırıldandı. "Ve ben yalnızca seni izlemek istiyorum."

Dudaklarımda fazlasıyla geniş bir tebessüm belirirken, bir elimi boynuna sarıp, diğer elimi de göğsüne yasladım ve gözlerim, gözlerinin içine, içini görmek istiyormuş gibi bakarken, "İyi ki buraya geldik," dedim. Başımı çevirip, birkaç saniye boyunca araziyi izledim ve yeniden ona döndüm. "Yeşil kadar huzur veren başka bir şey yok sanırım."

Dudakları yana doğru kıvrıldığında, dudaklarıma doğru, "Sen bir de senin yeşillerinin verdiği huzuru düşün." diye fısıldadı.

Hafifçe gülümserken, dudaklarımı dudaklarına bastırdım ve kısa bir öpüşmenin ardından geri çekilip yüzümü boynuna gömdüm. Kokusunu derince içime çekerken, bir yandan da tenine küçük öpücükler konduruyordum. Kalbinin tam üzerinde yerini almış olan elimse, orada şefkatli dokunuşlarla geziniyordu.

KOZ VE KÖZ +18Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin