🫂
•
Elimdeki açık yeşil renkli tokayla açık kahve tonundaki saçlarımı hızla gelişigüzel bir at kuyruğu yapmıştım ki, bu da yüzümde oluşan durduramadığım esnememi kapatmak için başımı, üzerinde yürüdüğüm kaldırıma doğru eğmeme neden olmuştu.Ayaklarımda, geçen hafta makul bi fiyata aldığım -aldığım günden beri başka ayakkabı giymiyorum- fakat bulmak için çokça eforlar sarf ettiğim pudra pembe babetlerimin, ayağımın altındaki kaldırım taşının üzeride çıkarmakta olduğu zarif çıt çıt sesi gülümseme neden olmuştu.
Ardından gözlerimi yavaşça babetlerimden gökyüzüne çevirdim, akşamüzeriydi ve Güneş battı batacak bi konumdayken gökyüzü kırmızılı-sarımsı bir renk almış cildimi ve gözlerimi aydınlatıyordu.
'Hayat, geçiyor', diye düşündüm o an.
Öyle ya da böyle,
"hayat duruyor." dedim, hafif insan kalabalığın bulnduğu sokakta yürümekteyken.
Ve durdum.
O taşların üzerinde durup kaldım.
"İşte! İşte, yaşamak bu kadar kolay!"
Dedim ve yalnızca on saniye duraksadığım kaldırımda ayaklarımı yetişmek istediğim yere doğru yönelttim.İstediğim zaman akıtırdım işte zamanımı, istediğimde de durdururdum.
peki ya o,
O neden böyle yaşamıyordu? Öyleyse neden kendini bu kadar yıpratıyordu?Her bir günün her bir salisesinde, aklımdan çıkmayan onun ruhunu sorguluyorken bi anda aklımdaki sorular o adamı görmemle zihnimden uçup gitmişti.
Ben tiyatroya yetişmek için zaten tempomu arttırmışken, o, çıkıvermişti karşıma. Her zamanki gibiydi, kan ter içinde kalmıştı, yorgunluktan bayılacak gibiydi.
karşımda hızla koşan o adam.
Sevdiğim adam.
Nasıl sevdim?
Bilmiyordum. Onu neden sevmiştim? Hangi derceyle sevebiliyorduk ki, tanımadığım bi oğlan nasıl olur da kalbimi sızlatmaya yetebilirdi? Fakat ben ruh bağına inanan, basit şiirler yazan biriydim yalızca.
Lisedeki felsefe hocamın dediğine göre şiirlerime şiir diyen tek kişi bendim.
O genelde "çöp." diye nitelendirirdi.
Ama nasılsa yazmaktan hiç vazgeçmedim. Bıraksın çöp olsunlar, benim iki mısram yalnızca bana güzel görünsün.
O
O, tiyatro binasına hızla girmiş, bense arkasından 'çıt çıt' sesi çıkaran babetlerimle yavaş adımlar atarak geniş kapıdan adımlamıştım. Ve üçüncü salondaki b24'e yerleştim.
Oturmamla birlikte ışıklar sönüvermiş, göz ucuyla yanımda oturan o'na bakmıştım.
Uyuyordu.
Bakışlarımı tekrar perdeleri çekilen tiyatro oyununa çevirdim ve buruk bi gülümseme yerleştirdim suratıma.
Mutluydum işte. Hemde öyle çok mutluydum ki.
Tüm tiyatro boyunca zihnimde dolaşan mutluluk oyuna odaklanmama izin vermemiş, izlediğimden hiçbir şey anlamamıştım.
Sıkıntılı bir nefes çıktı dudaklarımdan ve gözlerimi kapattım. Gözlerimde oyun boyunca biriktirdiğim yaşlarım akıverdi birden yanaklarımdan. Shakespeare'in bulanık Romeo ve juliet'iydi bu.
"Her şey güzel." diyerek fısıldadım kendime, yanaklarımı ıslatan sıcacık yaşların durmasını umarak.
Başımı eğdim. Bir kaç dakika boyunca bütün bu saçmalığın durmasını umarak dudaklarımı bastırdım birbirine.
Eğdiğim başımı yavaşça kaldırdığımda onun uyuyan bedenine çevirdim gözlerimi.
Uyumuyordu,
İlk kez.
İlk kez gözlerimiz birbirine değmişti, yada bulanık görüş açım ve zihnim bana oyun oynamaya başlamıştı.
Ona doğru çevirdiğim başımı hiç kıpırdatmadan, sıkmaktan içleri terlemiş olan ellerimle göz yaşlarımı sildim. Son sahne gerçekleşip bitti, aşıklar öldü ve her seferinde olduğu gibi büyük bir alkış koptu salonda.
Ve şey,
O
gözlerime bakıyordu.
🫀
•