oluş ve yok oluş-9

102 16 5
                                    

"Doğru mu anladım? Oraya uzlaşmak için gidip savaş mı açtınız?" dedi Veronika kahkahalarının arasında konuşmaya çalışırken.

Dışarıda oynayan çocuklara yönelttim bakışlarımı.

Jane, "Ne yapmamızı bekliyordun, Veronika? hayat neden sana bu kadar basit geliyor anlamıyorum." dedi.

"Benim de anlamadığım şeyler var küçük Jane. Nedir bu kavga merakın? 107 asker ve 214 sıradan insan var. bir avuç insanla nasıl yüzyıllardır süregelen bir krallığı yıkabileceğini düşünürsün? istediğin şey ölmek mi? öyleyse bunu tek başına yap. Kimse senin ızdırabına odun olmak zorunda değil." dedi sesini yükselterek.

"Bu kez Jane'in suçu yok. Orada yaşamamızı istiyor. Bu göründüğü kadar masum bir teklif değil. Tanımadığım insanların eline öylece bırakamam kimseyi." dedim gözlerimi çocuklardan ayırmadan.

Bu uğurda oğlumu, askerlerimi ve milyonlarca insanı geride bırakmıştım. Şimdi öylece bilinmezliğe koşamazdım. Eğer kontrol edemediğim şeyler olursa halkımı koruyamam. Halkımı koruyamazsam oğlumun kanını boş yere döktüm demektir.

"Savaşacak güçte değiliz komutan."

"O hâlde ölürüz."

"O çocukların hiçbir suçu yok."

"Evet, Veronika, o çocukların hiçbir suçu yok. İkinci sınıf muamelesi göremezler. Liliaysdaki çocuklardan farkları yok. Rezil bir hayatları olacağına hiç olmaması daha iyi."

"Buna sen karar veremezsin."

"Bugüne kadar tek amacımız hayatta kalmak oldu. Bununla o kadar vakit kaybettik ki ne şartlar altında yaşadığımızı önemsemedik. Halimize bak, Veronika. Zerre kabul görmediğimiz, hatta asırlar önce red yediğimiz bir yerde tutunmaya çalışıyoruz. O çocukların suçu yok... barış için savaş gerekli. Bunu kabullenecek kadar çok şey gördük, gerçekçi olalım. Liliays benim, senin, Jane'in, o çocukların, Peter'ın, Manu'nun... hepimizin. Tomris kadar hak sahibiyiz. Bu haktan kimse alıkoyamaz."

"Kazanamayabiliriz ama korkup boyun da eğmeyeceğiz. Yeterince cesaret gösteren kimse kaybetmez."

"Bu barbarların söyleyeceği cinsten."

"..."

"Komutan... benim uzun bir hayatım oldu. Çok şey yaşadım. Aşık oldum, tonla savaş, üç koruyucu gördüm. Onlarca şey kazandım, onlarca şeyi yitirdim. Yarın umurumda değil, tek endişem sizlersiniz."

Çıkmazdaydım, dostlarım. Her ihtimali binlerce kez düşündüm. Bir uçuruma sıkıştırılmış gibiydim. Atlamanın işe yarayacağını bilseydim kendimi boşluğa bırakırdım.

Savaş ilan etmiştik fakat sayımız çok azdı. Üstelik buraya savaştan kaçtığımız için gelmiştik. Şimdi tekrar çıkıp ‘Silahları kuşanın, ölmenizi emrediyorum. Hepiniz savaşa hazırlanacaksınız.’ diyemezdim.

Sadece 107 asker 214 insan vardı. Bir avuç insan. Kelimenin tam anlamıyla bir avuç insan.

Jane, "İzninizle." diyip kendini dışarı atmıştı.

"Ne dersem diyeyim kararından vazgeçmeyeceksin değil mi?"

"İki hükümdar olmaz."

"Sonradan gelen biziz."

"Evet, bu da onların hatası."

"Sadece kehanete uymuşlar."

"Ve milyonlarca insanın kanına ortak olmuşlar."

"Elizabeth, baban koruyucuydu, ardında bir şey bıraksaydı saygıyla isteğini yerine getirmez miydin?"

"Babam katil değildi, hayatı boyunca insanları kurtarmak için bir yol aradı ve bu uğurda öldü. Dünyanın bu kadar boktan bir hâl almasına rağmen başka bir yerde yardıma ihtiyacı olan birinin olduğunu bilseydi, tek bir kişi için her şeyi yapardı. Onlar burda çay partisi yapıp ihtişamlı elbiseleriyle kıkırdarken ben üç-beş yaşındaki çocuklara mezar kazdım. Veronika, neden görmüyorsun? Sadece kolaya kaçtılar. İlk koruyucunun kızı da, aptal mirası da kimsenin umurunda değil. Hepsi bahaneden ibaret."

Veronika yavaşça başını yere eğdi.

Onu orada bırakıp dışarı çıktım. Olivia'nın getirdiği şeyleri yiyorlardı.

Mark'a döndüm, "Herkesi dışarı topla. Hemen."

Kafasını olumlu anlamda eğdi.

Jane'i alıp dışarı çıktım, "Ne düşünüyorsun?"

"Bilemiyorum komutan... Sanırım yorulmuş gibiyim. Manu burada olsa... O şöyle derdi; ‘Niçin endişe ediliyorsun? Her şeyi yok edecek ve inşa edecek gücü içinde taşıyorsun ve ben sana sahip olduğum için her gün tanıya şükranlarımı sunuyorum.’ Gülümsememi sağlardı. Ne gerek vardı ki tüm bunlara? Kürek kemiklerim kırılmış gibi hissediyorum yokluğu her aklıma geldiğinde. Kötü yanı, unutabildiğim tek bir an bile yok..."

"Üzgünüm."

"Bende öyle."

Düşüncelerini çok sık dile getirmezdi. Manu dışında kimse anlayamazdı dilinden. Artık anlaşılmak için konuşması gerekiyordu ve bunun ne demek olduğunu anlıyor olmaktan nefret ediyordum.

İnsanlar toplanana kadar akan suyu izledik.

"Evet.. ah.. Liliaysla yaptığımız konuşma pek iyi geçmedi. Burada yaşamamıza izin vermiyorlar. Çöpüğün tek horozu Tomris olmalıymış." dedim histerik bir gülümsemeyle.

"Bizim için ayrılan bir bölüm var. Tam olarak onlarla bile yaşayamayız. Ayrıştırılmışız. Kontrol edecekleri bir yerde tutmak istiyorlar. İkinci sınıf olacağız. Hepimiz.”

kalabalıktan bir ses, "Koruyucuyla denk tutulabilecek tek kişi tanrıdır!" diye bağırdı.

Bize bu öğretildi dostlarım. Herkes çocuklarına nezaket kurallarından evvel Koruyucu soyunun kutsallığını öğretti.

Tanrı hayat verir, Koruyucu hayatlarından sorumludur. Evrendeki en yüksek mertebe bunlardır. Tanrıya inanmayabilirsin ama Koruyucunun kutsallığını aklına kazımak zorundasındır.

Belki böyle olmasaydı, yani, Tanrı kompleksine girmeseydik, çocukları savaşçı gibi yetiştirmek yerine resim çizmeyi, çiftçiliği, kağıt katlamayı, enstrüman çalmayı falan öğretseydik...

"Onların himayesi altında yaşayamayız. Onca yolu köle olmak için gelmedik. Şimdi, son kez savaşacağız. Barış için. Size onurlu bir ölüm vadediyorum. Bu kez seçim sizin."

Küçük bir kız çocuğu kalabalığı itip süzüldü, "Ben sizinleyim komutan." dedi düşen dişlerinden ötürü peltek bir sesle.

Neye sebebiyet verdiğimin farkında olmadan, cesaretinden ötürü kızın başını okşadım.

~

“öylesine yorgunum ki, mecâlim yok kendimi yeni baştan anlatmaya.”

merkür.

OLUŞ VE YOK OLUŞ (G×G)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin