PORTAKAL KOKULU İNSANLAR

1 0 0
                                    

​​​​​​​​​​13 Mayıs 2019







PORTAKAL KOKULU İNSANLAR




MEÇHULE GİDENLERİN ANISINA...





​Işıklar yanıyor gökte..
​Işıklar...
​Uzaktan, çok uzaktan ince bir ses çalınıyor kulağıma.
​_ Zeynep Hanım, Zeynep Hanım, burda kalın!
​Işıklar yanıyor yine...
​Dudaklarımın arasından cümleler tıslıyor:
​_ Portakal verin bana, ne olur bir portakal!
​_ Zeynep Hanım, Zeynep Hanım!
​Her yer ama her yer portakal kokuyor.
​Işıklar yanıyor.
​Zihnimin en bulanık köşesine saklanmış, uzun siyah saçlı bir kız çocuğu bana doğru geliyor, elinde tuttuğu portakalla birlikte.
​"Portakal, por- ta – kal!
​  Hoşça kal, hoş – ça- kal!"
​_ Burda kalın Zeynep Hanım!
​ "Bur-da-kal!"
   ​ ...











HÖRÜ
Yıl 1945
Ağustos
​Sabahın erken saatinde uyandı Mehmet Usta, her zaman yaptığı gibi önce kuyuya doğru yürüdü. Geçen yaz biriktirdiği üç beş kuruşla çevirmişti yukarı doğru kuyunun ağzını, örmüştü bir güzel taşlarla kendi maharetiyle. Olur da çoluk çocuk olur, daha fazla tehlike arz etmesin bu kuyunun ağzı diye, olur da hayvan kaçar maazallah içine diye yükseltmişti kuyunun ağzını taşları yuvarlaya yuvarlaya. Ortaya kendi elinin güzelliği yansımıştı. Bir güzel çember meydana getirmişti döne döne kuyunun başında Usta. İşte şimdi, çocuğunun doğumuna günler kala, ne iyi ettiğini düşüne düşüne sallamıştı bakracı kuyunun içine.
​Şıp!..
​Alışık, temkinli hareketlerle çekmişti bakracın ipini kendine. Ne büyük nimetti şu dünyada su! Bu rahmeti Allah Teala bağışlamıştı Usta'nın bahçesine. Şükürler olsun!
​İçi su dolu bakraçtan bir avuç avuçladı önce. Avcunda zar zor duran bu rahmeti götürdü usulca dudaklarına. Kana kana değil ama tada tada içti suyu. "Ohhhhh, buz gibi maşallah!"
​Sonra döktü avuçlarına, yıkadı bir güzel ellerini, yıkadı bir güzel yüzünü gözünü. Ohhhh, işte şimdi kendine gelmişti! Nasılsa birazdan vakit ezan vaktiydi, bir güzel abdestini almalıydı, öyle de yaptı. İşte şimdi ruhu da pimpaktı. Bakracı yerine bıraktı, kuyuya şöyle bir baktı ardından, içinden övündü eseriyle, daha şavkımayan gökyüzüne kaldırdı başını, şükran duydu içten içe. Taş merdivenleri adımlayıp usulca girdi yine derme çatma oluşturduğu evinin içine.
​İki göz ama sıcacık bir taş evdi Usta'nın evi. Her bir taşında parmağı, her bir çamurunda teri vardı bu yuvanın. Emek dizilmişti ince ince içine. Sabır yüklemişti her bir detayına. Umut beklemişti içten içe, huzur belletmişti taşları kendince duvarda. Evi ev yapmıştı kendi ustalığınca.
​Asıl oda büyük odaydı. Karısı, anası kendi bu odada yatardı, bu oda da aş pişerdi, bu oda da oturulup, bu oda da misafir ağırlanırdı. Dört kenarın birinin ortasında kocaman bir ocaklık vardı, kışın bu ocaklık sayesinde ısınılıp nefes alınırdı, burada kaynardı ev ahalisinin tüm aşı. Özensizce ama bir o kadar da sağlamca dizilen bu taşların arasında anılar saklıydı, gecenin ayazı, gündüzün şavkı saklıydı. Gelen geçen, uyuyan uyanan, ağlayan gülen her bir insanın nazarı saklıydı.
​Evin tam ortasında kıldan örülü bir döşek vardı. Yörük kızı olan Usta'nın anasının kendi dokuduğu bir kıl döşek... Bu döşeğin üstünde kurulurdu sofralar, bu döşeğin üstünde uyunurdu her gece. Bu döşek her değen ayağa elbet nasibini vermişti bunca zaman, elbet alacağını da almıştı ki ayaklardan yer yer aşınıp özensizce yamanmıştı ara ara bazı yerleri.
​Şimdi henüz şavkımayan güneşin hatrına anasıyla karısı uyumaktaydı bu taş yığını evin tam ortasındaki kıl döşeğin üstünde. Usta'nın karısı karnı burnunda bir sağına dönüyor, bir soluna dönüyordu. Belli ki vakit yakındı, belli ki ha doğdu ha doğacaktı Gülkız. Huzursuzluğu yüzüne, korkusu gözlerine sirayet etmişti. Heyecanı da bir o yana bir bu yana çevirdiği vücuduna elbette...
​Gülkız'dı o, adı gibi iki yanağında da gülü andıran pembelikleri vardı. İkiye ayırıp ördüğü saçları salınıyordu güllerinin üstünde şimdi yarı uykudayken. İlk çocuğunu doğuracak olmanın verdiği sevinç içinde mışıl mışıl değil ama sükunet çökmüşçesine yüzüne gözüne uyur gibi bir hali vardı.
​Karısının kıpırdanışlarını izlemeye koyuldu Usta. Tazecik hatta fazla tazecik olan bu kadını gördüğü ilk günü anımsadı. Yüzüne kocaman bir tebessüm oturdu. Beyaz bir atın üstünde salınıyordu ormanda Gülkız. At ona adeta hayranlık besliyordu nitekim Gülkız da ata. Babası doğduğu gün bahşetmişti bu güzel atı ona. O doğdu doğalı anasından çok atla vakit geçirmişti. Adını kendi koymuştu, yemini kendi yedirmişti, kıllarını kendi taramıştı, alnına iliştirdiği nazar boncuklu kuşağı kendi örmüştü kendi de henüz küçükken Gülkız. O dağ senin, bu dağ benim, o dere senin, bu çayır benim diye diye tozunu attırmışlardı atla birlikte ortalığın. Obasının en gözde ikilisi olmuştu atla Gülkız.
​Günlerden bir bahar sabahı atına atlayıp salınmaya başlamıştı çayırlarda işte tam o çayırlardan birinden geçerken Usta'nın gözü ilişmişti bu atlı kıza. Bir bakmış, iki bakmış, üç bakmış; olmamış, doyamamıştı Gülkız'ın güzelliğine. Ama Gülkız atını şaha kaldırıp 'Deh!' deyince gözden kaçırmıştı bu doyulmaz güzelliği. Bundan sonra seyreden günlerde Usta hep aynı yerde, aynı zaman diliminde beklemeye koyulmuştu. Bir beklemiş, iki beklemiş, üç beklemişti. Hepsinde ayrı ayrı ezber edercesine izlemişti Gülkız'ı ve sonunda dayanamayıp çıkmıştı bir gün karşısına.
​Demişti içinden geçenleri Gülkız'a, onu ürkütmeden. Saymıştı bir bir duygularını. Bahşetmişti içindeki aşk ateşini kızın gönlüne. Sevda cümleleri şiire dönüşmüştü dilinde. Susmamış, susturamamıştı kendini onun karşısında. Coştukça coşmuştu pınarlar gibi, uçtukça uçmuştu kuşlar gibi, aktıkça akmıştı nehirler gibi, estikçe esmişti yeller gibi Usta; ama hep aşk ile, hep sevda ile.
​Gülkız mest olmuştu Usta'nın karşısında. Önce gökten daha mavi gözlerine kenetlemiş kara zeytin gözlerini; sonra sarı saçlarına bağlamıştı kendi kara saçlarını. Kemerli burnuna değdirmişti nokta gibi burnunu. Cümlelerini söylenmemiş cümlelerine saklamıştı. Dudaklarını bal dudaklarına adamış, göğnünü göğnüne kilitlemişti de Gülkız doyamamıştı Usta'nın sedasına, sevdasına, mihrabına.
​Dinlemiş, izlemiş, bellemiş.
​Beklemiş, beklemiş, beklemiş.
​Usta dile dökerken yangınını, yangın açmıştı Gülkız'ın içinde. Usta yakmıştı kendi içini de kızın içini de. Gün yükselmişti tepelerinde de ne Usta'nın içindekiler bitmişti dökülmekten ne de kıza vakit gelmişti. Gün eğilmiş üstlerinden batıya da, bakmışlar hava kapayacak, yarın aynı zaman diliminde yine burada diye sözleşmişlerdi.
​Gülkız atını dehlemiş, Usta yürümüştü kendi yönüne. Bundan böyle her günde aynı zaman diliminde kavuşmuştu iki sevdalı birbirine, at onlara şahit elbette. Zamanla yetmemişti kavuşma anları birbirlerine. Böyle olmaz, demişti Usta, var git obana hele bir dünürcü gönderelim anamla birlikte size. Varmış gitmişti obasına Gülkız, beklemişti sabahı, beklemişti gelecek olanı şevk ile. Gün ağarınca çıkıp gelmişti dünürcü Gülkız'ın babasının ocağına. Kızın gönlü heyecanlı, kızın sevdası dağ gibi, kızın korkusu bağ gibi. Derken demişti dünürcü denilecek olanları kızın babasına. "Adettendir, düşüneceğim!" demişti adam. Kızın başka talipleri de var elbette. Babası obanın bilir kadını ile yollamıştı talililerinin mendillerini kıza. Kadın saymıştı bir bir oğlanları ve mendilleri. Gülkız Usta'nın gök mendilini almıştı eline kadının karşısında. Parmaklarında hissedip Usta'nın parmaklarını, bir güzel düğüm atıp mendile uzatmıştı bilir kadının eline. Kadın mendili götürüp uzatmıştı kızın babasına. Böylece kızın gönlünün Usta'dan yana olduğu anlaşılmıştı.
​Gel zaman git zaman dünürcü yine çıkıp gelmişti obaya; "Adettendir, biz bir daha düşünelim! Hele birkaç gün sonra yine gelesiniz!" deyip yollamıştı dünürcüyü geriye.
​Usta korku içinde beklemişti günlerin akmasını, Gülkız heyecan içinde beklemişti üçüncü kez dünürcünün yolunu. E duyulmuştu bir kere Usta'yla Gülkız'ın adları, bir gören eden olur diye kavuşmaları da kalmıştı geride.
​Beklenen gün gelip çatmıştı. Dünürcü elinde hediyelerle belirmişti bu defa kapıda. Gülkız'ın babası karşılayıp misafiri kapıda, getirdiği hediyeleri kabul buyurmuş, Usta'nın gönlünü kabul buyurmuş, kızının sevdasını kabul buyurmuştu dünürcünün karşısında. Bundan böyle söz kesile ve düğün ola.
​Düğün günü Gülkız'ın obadaki tüm arkadaşları doluşmuşlar odaya. Gülkız'ı giydirip süslemişler bir güzel, Gülkız güllerden güzel. Başlamışlar kızlar oynaşmaya, söyleşmeye. Kınaların en güzeli bizim gülümüze diye. Meydan genç kızlarda öyleyse! Oyun faslından sonra kına yakmaya koyulmuşlar Gülkız'a. Önce abdest aldırıp sonra da anasından destur almışlar. Kına yoğurulmuş bir yandan büyük bir leğende. Odada buram buram kına kokusu, darısı öteki kızların başına. Yoğurulan kınayı sürmüş anası kızın eline.
​"Yavrum pamuk ellerine kınaları sürerim,
​  Babanın otağından el döşeğine yollarım,
​  Var git kızım güle güle evine,
​  Göz yaşını sile sile ellerinle.
​  Var git kızım kocanın ocağına
​  Bundan böyle helalsindir Usta'ya."
​Ağlaşa ağlaşa yakmışlar kınayı Gülkız'ın ellerine, ayaklarına, saçlarına.
​Gülkız baştan ayağa kına kokusuyla uyumuş son gece baba otağında. Ertesi gün oğlan tarafı gelmiş gelini almaya. Kınayla daha bir güzel olan Gülkız'ı allayıp pullayıp bindirmişler beyaz atının üstüne. Usta çekmiş atın ipini elbette, yürümüşler gelin alayı ile birlikte kendi köylerine. Alay dağılınca kendi evlerine, çekilmiş Usta ile Gülkız, Usta'nın kendi elleriyle ördüğü taş evin içine. İşte bundan böyle Usta ile Gülkız beraber koymuşlar kafasını yastığa.
İşte o müthiş kavuşmanın üzerinden bunca zaman sonra yine birlikte yattıkları yastığın üzerinde duran yüzü seyredince Usta, o günkü gibi heyecanlandı içten içe. Yüzüne oturan kocaman tebessüm daha da büyüdü Usta'nın yüzünde. Gülkız kıpırdanadursun, Usta sabah namazını kıldı, gönlü ferahladı, şimdi çıkıp hayvanlara bakmalıydı amma Gülkız daha da bir kıpırdanıyordu yatağın içinde.
​Gülkız kıpırdandı, kıpırdandı, kıpırdandı. Birden çığlık attı:
_ Aaaaaaaaaaaaaa, aaaaaaaaaaaaa, aaaaaaaaaaaaaaaaa Mehmet geliyor, bebek geliyor! Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!
​Usta'nın anası sıçradı yattığı yerden.
​_ Oğlum koş, su getir, ocağı yak hemen, su kaynatalım koş!
​Köyün ebe kadını Usta'nın anası bu yüzden içi rahat Usta'nın anasından yana az da olsa. Rahat, rahat olmasına da işler hiç yolunda gitmedi bu fasılada. Usta'nın anası epey uğraştı bu doğum için, Gülkız'ın karnını çekti, belini ovaladı, ıkındırdı, nefes aldırdı, gücünü kullandı, dualar mırıldandı olmadı, olamadı. Tersti işte birçok şey tersti şu anlarında, tıpkı kızın karnındaki gibi. Epey zaman geçti, ana terledi, kız terledi, Usta terledi!.. Konu komşu da yok ki gelesin yardıma. "Olmalı, olmalı, bu bebek doğmalı! Olmalı, olmalı bir yolu olmalı!"
​Gülkız bağırdıkça bağırdı, inledikçe inledi, ağladıkça ağladı. "Mehmet!" dedi, "Mehmet!"...
​_ Kurban olurum Gülüm sana dayan, dayan Gülkızım dayan!
​En sonunda söküp aldı bebeği kızın karnından ana; aldı almasına da durmadı kızın kanaması, durduramadı akıp giden hayatı ana ve günün bu kuşluk vaktinde tüm dünya ağladı doğan bebekle birlikte, işte tam bu sırada Hiroşima ağladı giden Gülkız ve giden onlarca canla birlikte. İşte tam bu sırada gök ağladı; önce masumiyetini yeni kazanmış tüm bebeklerin kaybı için, sonra Gülkız için, sonra anasız kalan yavru için ve dahi kaybolan umutlar için. Gülkız insanlıkla birlikte 1945 Ağustos'unda dünyaya yeni can getirirken dünyadan giden onlarca canla birlikte vedalaştı Allah'ın ona biçtiği ömürle.
​Usta; anası, hayvanları ve kucağında kızıyla birlikte kaldı bir başına, insanlığını kaybetmiş bu yerkürenin içinde.​
"Annem çok küçükken öldü
​  Beni öp sonra doğur beni!"
​​​Cemal Süreya
O sabah Gülkız'ın ölüm vaktinde Hiroşima'dan binlerce can uçup gitmiştir dünya üzerinden.  Rahmetle...
​O sabah gök yarılıp kendinden vazgeçmiştir büyük felaketle.
​O sabah dünya bir anlığına durmuştur büyük utançla.
​O sabah yeryüzündeki insanlık tükenmiştir büyük katliamla birlikte.
​O sabah kuşlar vazgeçmiştir umutlardan, sevdalardan, türkülerden, ninnilerden ve doğacak günlerden.
​O sabah,...




Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Oct 11, 2021 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Portakal Kokulu İnsanlar Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin