İçimde bir mekanizma var.
Mutlu olmaya çalıştıkça devreye giriyor ve kahkahalarımı silikleştiriyor. Tıpkı kocaman kartuşunda azıcık mürekkebi kalmış bir çeşit yazıcı gibi. Kocaman duygular içinde mutluluk radarına yakalanıyorum. Belirli bir seviyeyi geçemiyorum. İşin kötüsü hiçbir hücrem bu dayatmaya başkaldırmıyor, hem de hiçbiri. Trafik kuralları gibi benimsedikleri biyolojik işlerini yaparlarken beyindeki duygu bölmesine girmiyorlar. Hücrelerim benden kopuklaştıkça ben de mutluluktan kopuyorum. Ben mutluluktan koptukça evren bana mesaj gönderiyor
''Asla pes etme''
Bunu söylemek o kadar kolay ki siktiğimin evreni için. Bu kısırdöngü bana ait olan her bir kan hücresini yok ediyor. Kansızlaştıkça vampirleşiyorum. Vampirlestikçe duygusuzlaşıyorum. Ondan ona dönüşürken bir tek 'özgür' olamıyorum.
Sahi, ne zamandır kaybettim benliğimi?
Ben ki anasınıfında önüme koyulan yemek listesini''bana b u program zorla bir şey yediremez'' diye baş kaldıran inatçı,asi ruh; ne zamandır müsaade ediyorum bir şeylerin bana hükmetmesine? Ne zamandır izin veriyorum vücudumun salgıladığı aptal tuzlu suyun yine tüm vücudumu ele geçirmesine?
Her şey benim dışımda, peki ben nerdeyim?
Siktir et, rolüm bile yok benim. Herkes memnun olsun diye aksatmadan ayak işleri yapan kamera arkası ekibiyim, tek başıma. Benim için yazılan senaryoda rolümün olmamasını yadırgamayalı ne kadar oldu yönetmenim?
3 yaşımdayken iflah olmaz kıvırcık saçlarım vardı, varmış yani. Annemin kendini anne olarak hissederken yaptığı konuşmalardan hatırlıyorum. Saçlarım hiç taranmaz papaz gibi kabarırdı, kabarırımış. Bunu da babamın kendini baba olarak hissederken yaptığı konuşmalardan hatırlıyorum. İkisi de ebeveyn olarak birleşip konuştuklarındaysa saçlarımın beni yansıttığını söylerlerdi, işte bunu dün gibi hatırlıyorum.
5 yaşımdayken anne babama kafa tutardım. Kendi doğrularım vardı. Doğrularıma ters düşmeyen her konuda sonuna kadar inat edeceğime tüm oyuncaklarımın üstüne yemin etmiştim. Saçlarım o kadar kıvırcık değildi artık. Arsızca önüme düşen tutamı kulağımın arkasına atmaktı en büyük olayım.
8 yaşımda tercih yapmıştım. Mahkemede annen mi baban mı diye sorduklarında büyükbabam demiştim. Annemin de babamın da gözlerindeki şaşkınlığı umursamadan büyükbabamın kollarına atmıştım kendimi. ve sonra 'adalet' in sadece saray ismi olduğu bu ironik ülkemin sikik mahkemesinde tüm tekmelerime yumruklarıma rağmen hakim denen keltoşun dediği olmuş ve tıpış tıpış annemin yanına yollanmıştım. Yanına istemişti, seviyordu annem beni. Babam da istemişti , babam da seviyordu. Ben de en çok Efeyi seviyordum. En sıkı ona sarılıyordum. Aramızdaki 5 yaşa rağmen abla dememekte ısrar eden kıvırcık kardeşim, yanındayken durulduğum tek kişiydi.
9 yaşımda yere göğe diss atıp annemi de babamı da tanımamazlıktan gelmiştim. Onların paralarıyla aldıklarımı unutup size ihtiyacım yok izlenimi vermiştim. Yemeğimi kendim hazırlayıp yemeye çalışmaktan birkaç kilo da vermiş olabilirim. Bulduğum en ufacık tatilde bile bisikletime atlayıp büyükbabamla babannemin huzurlu evlerine sürmüştüm. Yolda 3 şişe su bitirip vardığımda 4 saat uyusam da kendimi bulduğum yer orası olmuştu işte.
10 yaşımda beni evde tutabilmek için her akşam babam gelmişti konuşmaya. Gelip annemle muhattap bile olmadan benimle vakit geçirmişti. Annemle muhattap olmaması hepimiz için en iyisiydi. Artık ne annemin babamın arkadaşlarıyla ilgili yaptığı kinayeleri duymak istiyorduk ne de babamın anneme kişiliğindeki insanla hiçbir zaman uyuşamayacaklarını dinlemek. Babamla birlikte vakit de geçirmemiştik zaten, o sadece kendisi benimle zaman öldürmüştü. Hayalindeki çocuğun ben olmadığıma emindim ama umursamıyordum işte. O zamanlara ait ilgimi çeken tek şey babamın gelirken getirdiği ekler ve çikolatalı pastalardı.