Genç bir adamdım, tren uğurlardım. Ömrümün ne kadarı istasyon köşelerinde geçti bilmiyorum. Gündüz iş peşindeyken, gece düşlerimde bir kara trenin düdüğü çalar, bacasından dümeni tüterdi. Pencerelerden bakan heyecanlı ve hüzünlü yolcular geride bıraktıkları yakınlarına el sallarken ben onların bu duygusal anlarını seyrederdim. Önce ellerinde çantalarla içeriye girerler, biletlerini alırlar, beklerler; ardından ayrılık zamanı gelir, herkesin üzerini o garip hava sarardı. Bense bir titreşim dalgası etrafa yayılmış gibi duyumsarım yaşanan ânları. Kimi umursamaz görünürken, kimi belki o veda vaktinde hayatında ilk kez sarılır birbirine. Uzaklar, gideni ve geride bırakılanı değerli kılmaya başlar.
İşte bu düşünce, birilerinin bana bir kez olsun sarılması ve sevgiyle bakması ihtimalini doğurmuştu içimde. Giden olmak istedim. İçinde adeta sıkışıp kaldığım köhne evden, istasyondan, küçük şehirden uzaklaşmak ve hep düşlediğim o başka diyarları görmek için bir trene de ben binmeliydim. Hiç bilmediğim yüzler, sokaklar, hiç solumadığım deniz kokusuna doğru bir yolculuk yapsın trenim. Acelesiz süzülsün rayların üzerinde. Pencere kenarında oturayım, geleceğe dair tahminler yürüteyim. Ağır ağır uzaklaşırken trene bakanlar beni görsün ve düşünmeye başlasınlar. Bu genç adam da kim, nereye gidiyor, ne için çıkmıştır sefere, pek mühim biri gibi görünüyor, kendi halindeliği bu mühimliği gizlemeye çalışır gibi, arkasında bıraktıkları onu özleyecek olmalı, fakat kendi yüzünde hiç hasret korkusu seçilmiyor, bunun sırrı alışkın olması mıdır...
Bunun sırrı alışkın olmamdır. Genç bir adamken de, topallayarak yürüyen bir ihtiyarken de bir tebessüm, selam, sohbet ve ait hissetmeye hasret çekerdim. Hasret çekmek tanıdıktı, bu duygu en yakınımdı. Bir de cesaret vardı hiç avuçlarımda tutamadığım. Çünkü hiç o trene binemedim, hiç gidemedim bu istasyondan. Arkamda bırakacak cesaretim olmadığından, yıllar boyu aynı döngüyü, tekrar ve tekrar, gittikçe ağırlaşan bir yorgunluk hissiyle, sadece seyrettim.