Belki de kendimden kaçıyordum, bilmiyorum. Taze hava ciğerlerimi yakarken, ben yorgunluğumu unutmuş, aklım başımdan gitmiş şekilde bir sağa bir sola saldırırcasına bakıyor, sonunda yeniden kavuştuğum renklere hayranlık duyuyordum.
Elf piçleri neden bu duruma bir el atmıyor bilmiyorum; ama bir an önce 'iş' yapsalar onlar için hiç fena olmayacak. Zira onların da yurttaşları ölüyor ve bu şimdi olmasa bile ileride bir sürü bela açabilecek bir alamet.
Düşünür müydünüz? Büyülü, fantastik bir evrende yeniden doğuyorsunuz ve karşınıza tüm o göz kamaştıran yalanların, tüm o büyü oyunlarının yanında az önce çıktığım tarzda bir mahzen çıkıyor. Bir bok çukuru. Lanet bir bok çukuru. Ölülere hakaret ettiğimi düşünmeyin sakın, ben, tüm olan bitenden sorumlu olanlara sinirliyim. Onlara değil. Ölüler bana masal anlatamazlar; ama tüm bu pisliğin altındaki her kimse, işte o bana masal anlatabilir. Öyle masallar anlatır ki önünde en büyük önderlerin bile saf alamamasını sağlar. Öyle masallar anlatır ki tüm halkı kendi yanında olması için örgütler. Öyle masallar anlatır ki istersem yüzde on milyar haklı olayım yine de bütün kamuoyunun ve sikimsonik yetkililerin önünde küçük düşmemi ve aşağılanmamı sağlar.
Yalan söylemek bir sanattır. İster inanın ister inanmayın, ben de bir sanatçıyım.
***
Eğer burada kalacaksa, kapsamlı bir araştırma yapmalıydı. Büyülü, hatta yazıtlara göre 'asil' olan bu 'elf' dünyasında, onun dünyasındaki 'yeraltı' masallarının canlandığını görmek oldukça can sıkıcı, bir o kadar korkunç ve sıkıntılı bir şeydi. Ne yapacağını bilemez halde, seğiren bir gözle loncaya doğru ilerliyordu. Belki Godwin ile didişmeliydi, belki de Lia'dan bilgi almalıydı, hatta Marque ile konuşmaya da razıydı, şu anda bilgi almak için yapamayacağı hiçbir şey yoktu çünkü. Belki bir şeytanla ruhu pahasına pazarlık da yapabilirdi.
Meydanda bir süre yürüdü, elflere göz atıyor, aralarına karışarak kendini saklıyordu. En başında ona "mükemmel" gelen bu şehir, şu an bir zindanı anımsatıyor, içini daraltıyordu. Evet, pek masum biri olduğu söylenemezdi ancak fedailerin bulunduğu yerde yaptığı o ufak ve sarsıntılı gezinti, 'o' canavarların yanında kendisini melek gibi görmesine sebep oluyordu. Midesi kalkıyor, içi yanıyordu. Gördüğü görüntüler gözünün önünden gitmek bilmiyordu. Onlarca ceset, tonla acı. Bunu çözebilir miydi ki?
"Ölüler masal anlatamaz."
Bu doğruydu. Yine de kendisine elf dünyasında bir ahmağın böyle işlere kalkışacağını söyleyecek kişiye, o da masal anlatıyormuş gözüyle yaklaşırdı.
Meydana doğru olan yolda nal sesleri duyduğunda, ne olduğunu anlamak için arkasını dönmüştü. Şehrin bir girişi, bir de çıkışı olduğundan emindi, yine de bu at arabasının nasıl olurda 'çıkışların olmadığı' bir yerden geldiğini düşünmeden edememişti. Aslında sorulması gereken soru, 'nasıl' değildi, sonuçta şehirde at arabası sürülebilirdi ancak burası ufak bir yerleşkeydi.
Elfler mallarını kendi başlarına taşıyarak bile götürebilirlerdi, gözüne ilişen dört atsa, bunun için epey fazlaydı.
Şehrin iç kısmı ile dış kısmı farklıydı, çok az süredir burada olduğu için net olarak şehri tarif edemezdi, ancak atların fazlalığı dikkatini o kadar çekmişti ki, etrafında olan biteni umursamadan incelemeye koyulmuştu.
At arabası ona yaklaştığı sırada, hiç beklemediği bir şey gerçekleşti.
"Neden yerinde değilsin?" diye sordu cüretkâr bir ses. Önce bu sorunun kendisine sorulduğunu anlayamamıştı, sonrasında ise arabacının keskin bakışlarını hissetti. Price, bazı şeyleri düşünebilecek kadar akıllıydı, saksıyı çalıştırmanın tam sırasıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hilebaz - Ejderdişi Diyarı
Chick-LitSizleri kitabın 'Yeniden' yazılan versiyonuna davet ediyorum. Profilimden ulaşabilirsiniz. "Kilitli kapıların anahtarı, hoşgörü gemisinin seyahat rotasında saklı. Fedakâr kimsenin olmaz anahtara ihtiyacı, ne yapsa görür, hisseder Nefesin noktasını."...