Olaylardan dört ay geçti, vefat eden adamın yasını tutmak için geçen dört ay...bu zaman boyunca Çetin ve ailesi hiçbir şey yapmadılar. Babalarını gömdükten sonra kara kara oturup sadece düşündüler, ne yapacaklarına karar bile vermediler. Çetin haftanın üç ya da dört günü babasının mezarına giderdi, okuldan sonra ilk işi babasının yanına gitmekti. Son zamanlarda okula bile gitmiyordu, herkes Çetin ve ailesinin durumlarının ne olduğunu bildiği için kimse bir şey diyemiyordu. Genç delikanlı güçlü durmak istiyordu ama ne zaman babasının adı geçse elleri ve ayakları istemsizce titriyor, oturup ağlamaya başlıyordu. Aile de sadece güçlü duran, her şeyi unutmuş (en azından unutmuş gibi yapan) en büyük abisiydi. Hala evi geçindirme derdindeydi, işine gidiyor ailesine destek olmaya çalışıyordu. Ne zaman babası lafı geçse ya bulunduğu yeri terk ediyor ya da ‘’Allah rahmet eylesin, umarım mekânı cennet olur, iyi bir insandı...’’ gibi geçiştirici laflar söylüyordu. Ama onunda canı Çetin kadar çok yanıyordu.
Ortanca abi ise lise son sınıf öğrencisiydi, o da derslerine önem vermiyordu. Okuldan sonra direkt işine koşarak çalışmaya gidiyordu. Motor sürüyor, kutu içinde önemli şeyleri yetiştirmeyi çalışıyordu. Gece, sabah demeden yağmurda çamurda sırf para için zor koşullarda çalışıp kendini hırpalıyordu. Anne ise hala babanın ilk öldüğü günkü gibiydi, acısı taptazeydi...son zamanlarda birazcık daha iyiydi ama bazı zamanlar kocasının cansız bedeni aklına geliyor, olduğu yerde bayılıp ağıtlar yakmaya başlıyordu. Çetin herkese karşı biraz ilgisiz ve soğuk davranıyordu, ailesine pekte bir katkısı yoktu, dediğim gibi okula çoğu zaman gitmiyordu bile. Şu sıralar soğuk ve kasvetli havada montunu giyip babasının yanına gidiyordu. Mezarının karşında sessizce dikiliyor ve düşünmeye başlıyordu, ona zarar verecek düşünceler...
Kahverengi montunun cebindeki mızıkayı çıkarıp çalmaya başlıyordu, çok da güzel çalıyordu. Aynı babasının ona öğrettiği gibi. Kış aylarında, sonbaharda, ilkbaharda veya yazda...hemen her gün gelip hiçbir şey söylemeden sadece mezarın karşısında dikilip mızıka çalıyordu. Bazı zamanlar kendini tutamayıp ağladığı oluyordu, bir gün Çetin’in yanına Nazlı gelmişti. Aralık ayının ortasıydı, kasvetli ve soğuk bir havada Çetin montunu ve beresini giyerek yine her zamanki gibi babasının yanına gitti. Her zaman yaptığı şeyleri yaptı. Mezardaki çiçekleri tam sulayıp gideceği vakit uzaklardan Nazlı’nın geldiğini gördü. Buruk bir yüz ifadesi vardı, ne yapacağını kendisi bile bilmiyordu. Biriyle sohbet edesi hiç yoktu, ne zaman konuşmaya başlasa kelimeleri seçmekte zorlanıyor, göz teması bile kurmadan sadece çevresine bakıyordu. Beresiyle yüzünü iyice kapatmaya çalıştı sonra da yerdeki su şişesini alarak Nazlı’yı hiç görmemiş gibi yapıp yürümeye başladı ama sonra arkasından ince bir ses yükseldi:
“Çetin!”
Nazlı’nın sesiydi bu. Çetin olduğu yerde donakaldı, sesi duyduktan sonra içi titredi genç delikanlının, gözlerini ve ağzını sonuna kadar açtı ve olduğu yerde sadece durdu. O kadar çok özlemişti ki bu narin, güzel sesi...duyunca bir anda ke dine gelmişti. Bu ses sanki onu dipsiz karanlığın içinden çıkartıp almıştı. Çetin yavaşça arkasına döndü, üzerine hızlı adımlarla gelen Nazlı’yı gördü. Elini beresine atıp kafasında aldı, mahcup bir halde ellerini birbirine bağlayarak Nazlı’nın ona gelmesini bekliyordu. Nazlı ise oldukça sinirli bir şekilde saçını bir sağa bir sola savurduktan sonra Çetin’in yanına gelmişti. İncecik kaşlarını çatıp boynundaki atkısını düzelterek Çetin’le konuşmaya başladı:
“Ya Çetin! Nereye gidiyorsun? Nerelerdesin bir aydır?...”
Çetinden bir cevap gelmedi, sessizce Arnavut kaldırımına bakıyordu. Nazlı bir cevap alamayınca tekrar konuşmaya başladı
“Beni görünce neden bir anda kaçmaya başladın? Sana ne oldu Çetin? Her şeyden uzak duruyorsun, her şeyden soyutladın kendini...hayat böyle geçmez ki Çetin? Biliyorum...zor zamanlar geçiriyorsun ama ne olur güçlü dur. Ben her zaman yanındayım Çetin...”
Genç kız elini Çetin’in dizine koydu. Genç delikanlı uzun bir süre dizinde duran ele baktı. Ortam yine çok sessizdi, Nazlı lafını bitirdikten sonra hiçbir şey söylemedi, zaten Çetin’in ise hiç konuşası yoktu. Uzun sessizlikten sonra Nazlı ayağa kalktı, tekrar atkısını düzeltti ve oldukça sinirli bir yüz ifadesiyle “Anlıyorum Çetin...ben gidiyorum” dedi çaresiz bir şekilde. Üzgündü...Çetin’den bir cevap bekliyordu. Arkasını dönüp bir kaç adım attıktan sonra Çetin sonunda sessizliğini bozarak uzun bir süreden sonra konuşmaya başladı:
“Nazlı! Gitme, dur! Allah aşkına ben ne yaptığımı bilmiyorum. Dur lütfen çünkü yanımda kimse kalmadı...(ağlıyordu) sende beni bırakıp gitme lütfen...
Nazlı bu duygu yüklü konuşmadan sonra olduğu yerde donakaldı, duymak istediği şeyi duymuştu Çetinden. O da “Gitme” kelimesiydi. Gözyaşları istemsizce akıyordu, atkısı boynunda gevşemiş düştü düşecekti. Yavaş yavaş arkasına doğru döndü, Çetin’in hasta, bitik hali tam karşısındaydı. Koşarak tüm gücüyle Çetin’e sarıldı, çelimsiz çocuk halsiz bir şekilde yere düştü düşecekti. Bu vakitte kelimeler boğazda saplanıp kalıyor ortalığı derin bir sessizlik sarmıştı. İki kalpte birbirine değiyordu, heyecanla atan iki kalp...göz göze bakışmaları bile konuşmalarından daha çok şey anlatıyordu. O vakitte Çetin’in aldığı nefesler ciğerlerine batmıyordu, huzurla nefes alıp veriyordu. Çetin’de gururunu bir kenara atarak Nazlı’ya sımsıkı sarıldı. Uzun bir müddet bu böyle devam etti. Mezarlığın içinde biraz yürümeye başladılar, göz göze bakışıp ufak tebessüm edip duruyorlardı.
Nazlı, Çetin’e sürekli aynı soruları sorup duruyordu. Sürekli genç çocuğa yardım etmek istiyor, onun cevaplanmamış sorularına çare üretiyordu ama Çetin de cevap vermeden sadece önüne bakıyordu, diyecek bir şey bulamıyordu. Sanki halinden memnunmuş gibiydi, hiçbir şeyle uğraşmak dahi istemiyordu. Çoğu zaman Nazlı uzun uzun konuşuyor Çetin ise hiç ona kulak asmadan sağ cebindeki mızıkayı sertçe sıkıp duruyordu. Yine dipsiz, sonu gelmeyen düşüncelere dalmıştı. Yaklaşık yarım saat geçtikten sonra oturdukları mezarın başından kalkıp yürümeye başladılar. Yolları ayrıldıkları vakitte Nazlı, genç çocuğun gözlerinin içine bakarak “Lütfen okula gel! Her şey hallolur Çetin” dedi çaresiz bir şekilde. Çetin ise oldukça kısık ve kelimeleri ağzında yutarak “Gelirim” dedi. Gözlerini yerden hiç ayırmıyor, Nazlı’nın güzel yüzüne hiç bakmıyordu bile.
Nazlı tekrar Çetin’e sarılmak istedi ama Çetin’in isteksiz tavırlarını anlayınca vazgeçti ve hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti, gözünden hafif yaşlar akıyordu. Çetin ise olduğu yerde uzunca bekledi, ne yapacağını, nereye gideceğini hiç bilmiyordu. Tek tek sokakları geçerek uzunca düşünüyordu yine. Nazlı’nın dediklerinin çoğunu dinlememişti ama ona “Lütfen okula gel!” dediğini hatırlıyordu. Bir anda içinde okula gitmek isteği oluştu.
Çetin ara sokakların birinde geçerken bir ses duydu. Bu daha önce duymadığı bir sesti, bir anda gözleri fal taşı gibi açıldı ve hızlıca sağına, soluna her tarafına bakıyor bu sesi bulmaya çalışıyordu. Çok hoşuna gitmişti. Ses daha çok bir enstrümandan geliyordu. Çetin trafiğin hızlı aktığı yoldan hiç sağına soluna bakmadan acele bir şekilde koşarak sese doğru ilerliyordu. Arabalardaki insanlar ise korna basıp Çetin’e bas bas bağırıyorlardı. Sonunda tekrardan bir ara sokağa girdi ve sese çok yakındı! Önünde parlak, büyük camları olan küçük bir dükkan çıktı. Gözbebeği aniden büyüdü, avuç içinden terler akıyordu. Bu eşsiz, mükemmel ses sanki Çetin’in aklına bir şey getiriyor gibiydi, sanki genç adam bu müzikle farklı bir evrene gitmiş gibiydi, bulutların üstünde koşuyor gibiydi. Çok mutlu olmuştu, heyecanlanıp dükkanın kapısının basamaklarını birer birer çıkmaya başladı ve karşısında iki tane adam gördü.
İçlerinden biri yaşlı, saçlarının çoğu dökülmüş, yuvarlak gözlüklü, bıyıklarına ak düşmüş hafif kilolu bir amcaydı. Gözlüğünün üstünden karşında duran orta yaşlarda gence bakarak bir şeyler söylüyordu. Karşında duran genç ise elindeki kemana odaklanmış elindeki yayı kemanın tellerine değdirerek ortaya mükemmel sesler çıkartıyordu. Bu muhteşem ses kemandan geliyordu! Çetin sonunda onu mutlu eden sesin kaynağını çözmüştü.
Elinde keman olan genç ise hafif kirli sakallı, zayıf orta yaşlarda biriydi. Elindeki müzik aletine çok hakimdi, sanki üstünde dans ediyormuş gibiydi. Her bir notadan sonra adamın yüzü gülüyordu, bazen ses bir anda yükselince o da ayağa kalkıp daha tutkulu bir şekilde çalıyordu. Çetin ise büyülenmiş gibiydi, müzik bitene kadar kapının dibinde bekledi.
En sonunda kulakların pasını silen bu müziğin sesi bittiğinde yaşlı adam ve zayıf genç birbirlerine bakarak gülmeye başladılar. Yaşlı adam sol elini genç adamın omzuna attı ve kahkaha atarak “Vallahi mükemmel oldu evlat!” dedi ve sonra tekrar gülüştüler. En sonunda etraf sessizleşince ikisi de kapının dibinde bekleyen yabancıya dikkatli gözlerle bakmaya başladılar. Ayaklarından başlayıp kafasının bitimine kadar süzdüler genç çocuğu. Çetin ise masum bir şekilde dikilmiş bekliyordu, ufak bir gülümseme ile elini havaya kaldırıp salladı ve sonra konuşmaya başladı:
“Merhabalar efendim”
Yaşlı, gözlüklü adam kafasını hafif sağa yatırarak konuşmaya başladı
“Merhabalar genç, ne için gelmiştin?”
“Sokaktan geçiyordum da kulağımda bir ses yankılanmaya başladı, ne sesi olduğunu bilmiyordum ama sanki daha önceden duymuş gibiyim bu sesi...o kadar tanıdık geldi yani. Lütfen elinizdeki müzik aletinin ismini öğrenebilir miyim?”
Genç adam şaşkın bir şekil de Çetin’e bakıyordu ve sonra da sohbete dahil oldu
“Keman bunun ismi” dedi sonra da yutkunarak tekrar devam etti “Sen bu kemanı daha önce görmedin mi?”
“Hayır ama çok hoşuma gitti. Bunu çalmayı nasıl öğrenebilirim?”
Yaşlı adam oldukça sakin bir şekil de tebessüm ederek konuşmaya başladı
“Öğrenmen için kemanın olması lazım genç adam, senin bir kemanın var mı?”
“Maalesef yok...”
Derin bir sessizlik oldu, yaşlı adam elini çenesine götürerek düşünmeye başladı sonra da derin sessizlikten sonra bir şeyler söylemeye başladı
“Müziği çok seviyorsun herhalde, gözlerinin parıldayışından belli”
“Tabii ki de sevmez miyim! Müzik bana babamın hatırası” dedi masum Çetin, öylece etrafındaki enstrümanlara bakıyordu, kendini cennette gibi hissediyordu. Bir anda soluk kahverengi ceketinin iç cebine elini attı ve mızıkasını sertçe tutup eline alıp adamlara göstererek tekrar konuşmaya başladı
“Ben mızıka çalmayı biliyorum ama, babam öğretmişti...çok da güzel çaldığımı söylerler. Acaba bu mızıkayı çalmayı bildiğim için kemanı da çalabilir miyim?”
Bu çok masum bir soruydu, Çetin’in daha ilk defa gördüğü tonlarca müzik aletine âşık olmuştu resmen. İçindeki öğrenme aşkı odun parçası gibi tutuşmuş yanıyordu. Bilgisizliğinden kaynaklı bir şeyleri öğrenmek istiyordu. Yaşlı adam ve genç delikanlı da Çetin’in bu masumluğunu ve bilgisizliğine pekte yadırgamadılar ve oldukça sevecen yaklaştılar. Gözlüklü yaşlı adam tekrar konuşmaya başladı:
‘’Mızıka ile keman çok farklıdır evlat, mızıka kemanın yanında fazla basit kalıyor. Mızıka üflemeli bir çalgı iken, keman ise yaylı bir çalgıdır. Mızıkayı herkes çalabilir evlat ama keman oldukça emek ister, nankör bir müzik aletidir. O yüzden herkes çalamaz bunu...’’
Bir anda Çetin araya girip yaşlı adamın sözünü kesti:
‘’Ama ben çalmak istiyorum, öğrenmek istiyorum’’
Yaşlı adam bir anda kısık bir sesle gülmeye başladı, yanındaki gençte onun ardı sıra gülmeye başladı. Çetin’in giyinişi yüzünden mi hafife almışlardı, yoksa daha küçük olduğu için mi? İlk defa çocuk bir şeye sımsıkıca sarılmak istiyordu. Çabucak öğrenen biriydi, yeter ki bir şeyi istemesi lazım ve gözlerinde de o parıltı vardı. İçindeki tutkuyu canlandırmak istiyordu. Uzun bir süre göz göze bakıştılar, Çetin hiç gözünü ayırmadan yaşlı adamın ne diyeceğini merak ediyordu. Kısa bir aradan sona yaşlı adam dudağını ıslatıp gözlerini sola doğru devirerek konuşmaya başladı
‘’Peki...madem öğrenmek istiyorsun...Keman alacak paran var mı?’’
Çetin gözlerindeki umutsuzlukla beraber etrafa bakıyordu, ne diyeceğini bilmiyordu. İçinde büyük bir burukluk oluşmuştu çünkü kemanı verecek parası yoktu. Yine o rengi solmuş kahverengi ceketinin iç cebine atıp cüzdanını açtı ve içinde sadece buruşmuş beş lira vardı. Tekrar gözlerini adama çevirip kırılgan bir ses tonuyla ‘’Maalesef yok’’ dedi. Adam ve yanındaki gençte bu durum karşısında üzüldü, dudaklarını asıp yerdeki parkeyi izliyorlardı. Yaşlı adam ‘’Ne yapsam?’’ diye düşünüp duruyordu. Bir çocuğa bakıyor bir etrafına bakıyordu, elleri çenesinde durmuş düşünüyordu.
Çetin sonunda pes ederek ‘’Sanırsam ben gitsem iyi olacak, her şey için çok teşekkür ederim’’ dedi. Tam kapıdan bütün ümitsizliğini alıp çıkacaktı ki yaşlı adam ayağa kalkarak çocuğa seslendi. Çetin bir umutla arkasına döndü. Gözlüklü yaşlı adam yüzündeki bütün mimikleri kullanarak Çetin’e bakıp tebessüm ediyordu, baş parmağını da havaya kaldırıp gözlerini sonuna kadar açarak konuşmaya başladı:
“Genç adam ismin neydi?”
“Çetin!”
“Benim ismimde Kemal, yanımdaki genç adamın ismi de Can. Şimdi benim bir fikrim Çetin kardeşim, şimdi sen benim yanımda çalışacaksın, ben olmadığım vakitlerde bu dükkâna sen bakacaksın bende sana emeğinin karşılığını vereceğim. Ne dersin?’’
Çetin hiçbir şey demedi, karar vermekte oldukça berbattı. İki şeyin arasında kaldığı vakitte sanki canından can gidiyordu. Ellerini çenesine götürdü ve etrafı izleyip biraz düşünmeye başladı. Uzun bir sessizlik oldu. Kemal Amca ise bir cevap bekliyordu, gözlerini dikmiş Çetin’e bakıyordu. Genç çocuk ise Can’ın elindeki kemana baktı, en çok istediği şeylerden biri bu kemanı öğrenmekti, müziği tanımak istiyordu. Kemal Amca hafif Çetin’e doğru yöneldi ve sonra sessizliği bozarak konuşmaya başladı:
‘’Sanırım karar veremedin daha, sen bunu biraz düşün genç adam. Dükkânın kapısı sana her zaman açık. Karar verdiğin sırada gelir bana fikrini söylersin’’
Çetin’de kafasını sallayarak ‘’Tamam’’ dedi, en azından düşünmek için birazcık daha fırsatı olmuştu. Heyecanla adamın yüzüne bakmadan düşünceli bir şekilde dükkândan çıktı, rüzgâr yüzüne sertçe esti. Bir anda kendine geldi. O iki dakika içerisinde sessiz çocuk ne hayaller kurmuştu. Koskocaman bir sahnede alabildiğine dinleyici...spot ışıklar Çetin’in yüzünde parlıyor, seyirciler ise o kadar canlı ki...Kesin bu işi yapmak istiyordu, aklına koymuştu ama önünde bir sürü pürüzler vardı.
Okuluna gitmeyi devam etti ama derslerinin bir tanesi bile dinlemiyordu. Kafası o kadar dalgındı ki odaklanamıyordu bile. Öğretmenleri Çetin’e soru sordukları vakit genç afallayıp kalıyordu, öğretmenlerin yüzünde ise bir hayal kırıklığı oluşuyordu. Nazlı ise Çetin’e düşünceli ve acıyarak bakıyordu çoğu zaman. Bir gün Türkçe dersinde Çetin defterinin boş bir sayfasına bir sürü notalar yazmaya başladı. Bazen bir iki tane kalemiyle bir şeyler çiziyor sonra da biraz düşünüp tekrar notaları çiziyordu. Bu notalar kuşkusuz üç gün önce duyduğu kemanın sesiydi. Hala aklında kalması ne enteresan! Keman sesinin metronomuna kadar, hangi notalarda olduğuna kadar hepsini ince ince yazıyordu. Dışarıdan biri bu dağınık yazıları görse anlamazdı ama Çetin’in çoktan aklına kazınmıştı bile.
Bir teneffüs aklına müzik öğretmeniyle konuşmak ona müzik hakkında dertlerini anlatmak istiyordu ama kısa süren bu düşünceden hemen vazgeçti. Her zamanki gibi sessiz kalmayı düşünüyordu, zaten neyden kaybediyorsa hep sessizliğinden kaybediyordu. Belki de müzik öğretmeni ona yardımcı olabilirdi ama korkularından dolayı konuşmak daha istemiyordu.
Çetin’in okulda günleri sıkıcı geçiyordu, hiçbir zaman oturduğu sıradan kalmazdı. Bazen Nazlı gelip Çetin'in yanına oturup onunla sohbet etmeye çalışırdı ama genç adam buna hiç tenezzül bile etmiyordu. Birkaç cümleden sonra derin düşüncelere dalıp duruyordu. Aklındaki tek düşünce müzikti, sürekli hatırladığı kemanın sesi kulaklarının içinden girip bütün vücuduna yayılmıştı sanki. Nazlı birkaç kez Çetin’in defterindeki karışık yazılmış notaları gördü ve ‘’Bunlar ne?’’ diye soru sordu ama Çetin sürekli geçiştirici cevaplar verip duruyordu. Nazlı da daha fazla sormak istemedi.
Günler gelip geçiyordu, vakitler su gibi akıp gittikten sonra Çetin ailesinden daha da çok uzaklaşıyordu. Artık ailenin içinde yabancı gibi hissediyordu. Evdeki herkes hala babanın ölümünü hatırlıyordu ama hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlardı. Yüzlerinden, mimiklerinden ne kadar saklamaya çalışsalar da gözleri her şeyi söylüyordu. Babanın sohbette adı geçince bile odanın içi bir anda soğuyor herkese bir titreme geliyordu. Evdeki herkes Çetin’in var olduğunu bile bilmiyordu, onlar için varla yok arasında bir şeydi. Sessiz çocuk ne zaman bir şey konuşmaya kalkışsa hiç cevap alamıyor, umursanmıyordu. Bu evde sadece babası Çetin’i önemsiyordu, sadece Çetin’le o konuşup gülüp eğleniyordu. Şimdiyse tamamen boşlukta kayıp giden bir yıldız gibiydi Çetin...eve para getirmeyen, hiçbir şeye yardım etmeyen okuldaki başarısı yerlerde olan, odanın içinde girdiği zaman benliğinde kaybolup giden biriydi. Haliyle kimse de Çetin’e güzelce yaklaşmıyordu, zevklerini, müziğe ne kadar çok âşık olduğunu kimse bilmiyordu. Sevgisizlik ve yalnızlık Çetin’i tamamen yiyip bitiriyordu. Hatta ve hatta babanın ölümünden Çetin’i sorumlu bile tutuyorlardı. En çok bu duyguları besleyen ortanca abiydi, birazcık da annesi Çetin’in suçlu olduğunu düşünüyordu. Sebebini onlar bile bilmiyor, Çetin’e karşı sebepsiz bir öfke vardı. Haliyle bu da Çetin’in psikolojisini çok etkiliyordu. Çetin’in içinde karanlık ve ıssız bir ormandan başka bir şey yoktu.
Çetin büyümeye başladığı vakitlerde kumral saçlarının bir kısmı siyahlaşmıştı, yeşil gözleri birazcık daha sönmüş gözleri içine çökmüş burnu ise daha bir ön plana çıkmıştı. Kıvırcık saçları ise yerini dümdüz, sert ve kısa bir saça bırakmıştı. Hala tatlı bir çocuktu ama eski güzelliği silinip gitmişti sanki. Boyu ise orta uzunlukta, oldukça kuvvetli biriydi. 1989’ların başlarına doğru daha on altı yaşında bir çocuktu...
Çetin bütün aklını kurcalayan soyut düşüncelerden kurtulmaya karar verdi, her insan gibi o da yeni bir sayfa açmak istiyor, kabuğundan kurtulup bir kelebek gibi özgür olmak istiyordu. Zira o düşünceleri tarafından esir alınan birisiydi. İstanbul’un bir sahilinde bir bankta oturup uzun uzun düşünüp kendini iyice tarttı ve biçti. Müzik...müzik ve müzik tek yapmak istediği buydu. Okumaya kafası ermiyordu. Sayılarla arası çokta iyi değildi, sessiz biri olduğu için çoğu kişiyle de iyi geçinemiyordu. Kitap okuyup hayatı ve kendisini anlamak istiyordu ama bu istekten çok uzattı. En iyisi Kemal Amca’nın küçük dükkanında çalışmak istiyordu, para biriktirip keman alıp öğrenmek istiyordu. Ama sonra ne yapacağını bilmiyordu. Ailesine ne diyecekti? Hiç onu düşünmemişti bile, düşünmek bile istemiyordu. Okula gitmek bile istemiyordu, kendisine yararı olmayacağını düşünüyordu. Sadece notalarla konuşmak istiyordu o.
Bir kaç gün okula gitmeyip sahile gidiyordu. Rengi solmuş tahta banklarda oturup vaktini harcıyordu. Bazen yanına bir kaç kişi oturuyor onları dinliyordu ama o tek kelam laf bile etmiyordu. Herkes Çetin’in yanından memnun olmuş bir şekilde ayrılıyordu. Genç adam iyi tavsiyeler veremese de çok güzel dinlerdi, gözüne baktığınız anda bile ne söylemek istediğini anlardınız. Bazı insanlar böyledir, konuşmaz ama ne atlamak istediğini çok iyi anlatır, onun sayesinde kendi derdinize çare bulursunuz...
Çetin’in akşama doğru yanına bir adam oturmuştu. Oldukça bakımlı, tek tük saçlarını arkaya doğru taramış, kırışıklarıyla oldukça barışık siyah gözlüklü hafif yaşlı birisiydi. Siyah kabanını düzeltip elindeki radyoyu Çetin’in yanına koydu, genç adam ise dikkatli gözle yanındaki yabancıya bakıyordu. Ne yaptığını bir türlü anlamıyordu. Yabancı gözlerini kısarak ileriye baktı, deniz dalgalanmasını hiç kaçırmadan takip ediyordu. Derin bir nefes alıp temiz havayı içine çekti sonrada kemiksi parmaklarını radyoya götürdü. Cızırtılı bir sesten sonra şarkı çalmaya başladı. Çetin’de bu şarkıyı pür dikkat dinliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİTİK NOTALAR
General Fictionİki müzisyenin hayatını anlatan roman, onların müziğe olan aşkını ve ikisininde birbirleriyle olan kanlı mücadelelerine odaklanıyor.