'Rue des marguerites séchées.

49 3 3
                                    

"Ah Camomille, bu gece yağmur göz kapaklarıma kanıyor."

                      - Pont Des Arts
Paris, Fransa.
-24 Kasım 1988

Akşam güneşi asma kilitleri aydınlatıyorken gökyüzünün aceleci koşturan ışığı, orta yaşlarında bir adamı aydınlatıyor ama hafiften kararan gökyüzü kalıcı olmadığını belli ediyordu.
Uzun kahve paltosundaki cebinden sol elini çıkararak kibrit kutusunu eline almış ve içinden bir adet kibriti akşam güneşiyle yakmıştı. Sağ elinde ezilmiş bir sigara, yırtılmaya selamını verirken tutunmaya çalışıyordu kağıt parçasına ve nihayetinde içerisindeki tütün güneşle buluşmuş keyiflice yanışının tadını çıkarıyordu.

"Akşam güneşi güzele çarparmış."

Hafiften gülümseyen çehresi alaylı gözlerine eşlik etti ve vücudunun yalancı huzurla zevk bulmasını omuzlarından azalan yüklerle hissetmişti. Bu nevale de olmasa diye düşünüyordu. Sahi olmasa? Olurdu. Vazgeçemeyeceği hiçbir şey kalmamıştı ki böylesine ziyan böylesine virane iken.

"Anılar intihar eder mi?"

Etmez.

Fısıldayarak söylediği kelimeler dumanı yutmuş ve boğazından acı bir öksürük haykırışlarını ortaya koymuştu.

Edemiyordu çünkü.

Aklına değil de ruhuna kazıdığı anılar olur bazen insanların. Kalp gider, akıl gider asıl beden gider ama ruh hep oradadır ya. Unutamadıklarıyla yitirilir insan, intiharlarına anıları da eşlik eder.
"Ezik ezik insan, kaybolup yiteceğimi mi sandın? Sen yitirilmemişken" der alaylı bir gülüşle.
ve yitirilir.
İnsanlık.

"İnsanlığımı yitirirken"

Paltosunun iç cebine sığan ince ve ufak kitabı bir eliyle yoklamış ve ardından asma kilitlerin arasında bir kilide elini atmıştı. Dibe gelen sigara, dibe iten sigara söndürülmüştü üzerinde. Dökülen küller parmaklarını yaksa da sanki hiçbir şey hissetmiyormuş gibi yaptığına devam etti. Nihayetinde tatmin olmuş ve yalancı akşam güneşine gözlerini çevirmişti.
Yoktu.
Gideli çok olmuştu, anılar...unutuldu mu?

Gecenin habercisi olan karanlık memnuniyetsiz tıknaz bir herif gibi üzerine çökmüştü kahve paltolu adamın. O ise yavaştan parlayacak yıldızlara ve güneşten çaldığı ışık ile parlayan ayı izliyordu. Ne de gururluydu, göğsünü kabarta kabarta güneşin yerini almış ve bir tiyatro oyunu çeviriyordu. Yaşamın sahteliğinde boğulan onca varlık gibi kendinden ödün vermiyor ama bir yandan da görevinin bu olduğunu düşündürüyordu. Sahi ya, ay olmasa güneşin güzelliği nereden bilinebilirdi? Onun da görevi buydu, sahte bir yaşam.

Derin bir iç çekiş ile tekrarlanan gününün sonu adına uzaklaştı köprüden. Paris sokaklarında gürültü fazlaydı, insanlar mutluydu çünkü. Oradan oraya koşturan ufak çocuklar, birbirlerini deli gibi öpen genç çiftler ve kol kola dans eden yaşlı insanlar...

Ara sokaklardan geçen kahve paltolu adam, ufak dükkanları görüyordu şimdi. Küçük bar işletmeleri ve bazı pansiyonlar doluydu buralarda. İlerledikçe insan sayısı azalıyor ve kendi yalnızlığıyla bir kez daha başbaşa kalıyordu.

Tanıdık bir ezgi.

Baştan sona donakalırken o büyüleyici sesin peşinden koşmak için kalbi yerinden çıkacaktı. Bacakları tutmuyor avuç içleri terden sırılsıklam olmuş titriyordu. Bi'çareydi, viraneydi.
Titrek ruhu bu narin ezginin tınısıyla yıkılmış ve yeniden dirilmişti.
Koştu.
Daha fazla koştu.
Terden alnı boncuk boncuk akarken bu ayartıcı sesin yanına vardı.
Kızgındı zira.
İçinden bu ahlaksız körpe çocuk nasıl böyle bir şeytani sesle beni buralara sürükler, bana insanlık adına bir anı sunar diye en ağır küfürleri savuruyordu.
Ama yararsızdı.
Çoktan kapılmıştı bile.
Aklı yerinde bile değildi, bankın o tanıdıklığı o oturduğu zamanları...
Adımları kendi kontrolünden çıkmıştı artık, sessizce titrek vücudu bankın kenarına yerleşmiş ve kibrit kutusuyla, ezilmiş son sigarasını yakmakla uğraşmıştı. Kulakları bu ilahi ezgiyle sevinç çığlıkları ederken boğazı yandı, yumruları naralar attı.
O ise sustu ve dinledi.

chansons brisées, paris. Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin