Soğuk bir sonbahar gecesiydi. Ay tüm ışıltısıyla gökte parıl parıl parlıyor, geceyi aydınlatıyordu Dereli Köyü'nde. Mehmet o sırada evinin küçük penceresinden hayranlıkla ayı seyrediyordu. Ayı seyrederken o kadar keyifliydi ki annesinin onu yemeğe çağırdığını duymamıştı. Annesi en sonunda oturduğu yer sofrasından kalkıp oğlunu dürttü ve yemeğe oturttu. Yemekte Mehmet'in sevmediği tek yemek olan pırasa vardı. Suratını ekşitti ve sofradan kalkıp tek kelime etmeden küçük penceresine gitti. Evet penceresi küçüktü ama o küçük pencereden gökyüzünü seyrederken kurduğu hayaller çok büyüktü. Tam pencerenin önüne oturduğunda annesi yüksek bir sesle Mehmet'e sofraya dönmesini söyledi ve Mehmet söylene söylene sofraya oturdu. Annesi Mehmet'in pırasayı sevmediğini bildiği için ona da küçük bir tencerede patates yemeği yapmıştı. Mehmet patates yemeğini görünce birden gözleri parladı ve yemeğe yumuldu. Tam ilk lokmayı ağzına koyduğu an Mehmet yerinden fırladı. Çünkü annesi yemeği ocaktan yeni almıştı ve yemek çok sıcaktı. Mehmet biraz debelendikten sonra derin bir oh çekip yerine oturdu.
Mehmet ve annesi keyifle yemeklerini yerken birden sert bir rüzgar esmeye başladı. Rüzgar o kadar sert esiyordu ki evin pencereleri sallanıyordu. Bu sert rüzgarın ardından birden gök gürledi ve yağmur yağmaya başladı. Mehmet korkusundan annesinin kucağına sığındı. Annesi birden yerinden fırlayıp dışarı koştu. Mehmet de ağlayarak ardından gitti. Evin bahçesinde asılan çamaşırları toplayan annesini görünce rahatladı ve elinin tersiyle göz yaşlarını sildi. Hemen annesinin yanına gidip ona yardım etmeye başladı. Rüzgarın şiddetine dayanamayan bazı çamaşırlar ipten çıkıp havaya savruldu. Mehmet savrulan çamaşırların ardından koşuştururken birden evin kapısı kapandı, annesi Mehmet'e dönüp: " Ah be oğlum, niye kapının önüne bir şey koymadın?" dedi. Mehmet de her zamanki gibi suratını astı ve yerde kalan bir kaç çamaşırı daha toplayıp annesiyle odunluğa girdi. Annesi Mehmet'in üşündüğünü görüp üstündeki şalı oğlunun omuzlarına örttü. Mehmet annesiyle çaresizce beklerken birden bir ses duydular, birisi evin kapısına vuruyordu. Bir süre sonra sesler kesildi ve odunluğun kapısı aralandı. Gelen Mehmet'in ağabeyiydi. O uzun boyuyla ve cüssesiyle insana güven veren bir heybeti vardı ağabeyinin. Annesiyle kardeşini öyle görünce yüzünde ufak bir tebessüm oluşmuştu. "Hadi kalkın, Allah'tan yedek anahtarım var." dedi Mehmet'in ağabeyi ve eline 3-5 odun alıp annesi ve kardeşiyle eve girdi. Ağabeyi elindeki odunları sobaya atıp Mehmet'i kurulamaya başladı. Ağabeyi Mehmet'e pek bir düşkündü, onu korur kollar, herkesten sakınırdı. Mehmet de ağabeyine hep hayranlık duyardı, hep onun gibi olmak isterdi.
Annesi soğuyan yemekleri tencerelere döküp yemekleri tekrar ısıttı. Mehmet ve ağabeyi de o sıra da sofrayı kurdular. Ağabeyi patates yemeğini görünce ağzı sulandı, kaşığını tam yemeğe uzatıyordu ki Mehmet birden bağırmaya başladı: " O benim yemeğim ağabey, sen pırasa ye!". Annesi ve ağabeyi gülmeye başladılar, Mehmet de onlara sinirlenip kaşlarını çattı. Ağabeyi: " Tamam bozulma hemen bücür, şakalaşıyoruz." dedi ve Mehmet'in tatlı yanaklarından öptü. Onları öyle gören Mehmet'in annesi Hatice Hanım'ın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Sonra ciddiyete bürünerek:
-Hadi çocuklar kalkın, dişleriniz fırçalayıp doğru yatağa...Ağabeyi Hasan da aynı ciddiyetle:
- Anne küçük çocuk değilim, yatacağım saati biliyorum.Hatice Hanım:
- Lafımı ikiletme Hasan! Yarın erkenden işe gideceksin.Hasan, istemeyerek de olsa kardeşini de koltuğunun altına alıp beraber banyoya gittiler. Aniden etrafı beyaz bir ışık bürüdü ve ardından şiddetli bir ses, yakınlarda bir yere yıldırım düşmüştü. Banyodan döndüklerinde evin penceresinden içeri kırmızımsı bir ışık giriyordu. Üçü de telaşla dışarı çıktı ama bu sefer anahtarı da yanlarına aldılar, kapıyı çekip ışığın geldiği yöne doğru baktılar. Gördükleri karşısında hayretle donup kaldılar. Evin biraz ilerisindeki ormandan devasa alevler yükseliyordu. Hasan annesine dönüp: " Anne ben bir gidip bakayım, belki köylüye yardımım dokunur, sen yine ne olur ne olmaz gerekli eşyalarımızı toparla, gitmemiz gerekebilir." dedi ve koşarak orman tarafına doğru gitti. Mehmet tam ağabeyinin peşinden gidecekken annesi onu arkasından yakalayıp: " Oğlum ağabeyin hemen gelecek, eve girmemiz lazım." dedi ve içeriye girdiler. Bir süre sonra Hasan üstü başı çamur içinde, nefes nefese eve geldi:
- Anne çabuk toparlanın, köy boşaltılıyor, bizim de çıkmamız lazım.Annesi tedirgin bir şekilde:
- Oğlum nereye gideriz, ne yaparız? Başka yerimiz yurdumuz yok.Hasan kendinden emin:
- Sen orasını dert etme anne, siz çabucak hazırlanın, dedi ve gözü Mehmet'i aradı. Hemen odasına baktı, Mehmet yerde oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Hasan tam ne olduğunu soracakken Mehmet'in elinde tuttuğu babasının fotoğrafını gördü. Kalbine bıçak saplanmış gibiydi Hasan'ın. Olduğu yerde öylece kaldı ve gözünün önünden babasıyla olan anılarını geçirdi. Annesinin seslenişiyle Hasan kendine geldi, Mehmet'i de yanına aldı ve evden çıktılar. Üçü beraber patikadan köy yoluna doğru gidiyorlardı. Hasan arkasına son bir kez dönüp baktığında evlerinin alevlerin arasında kaldığını gördü. O ev babasından kalan tek şeydi ve evi kaybetmek ona çok ağır geliyordu. O sırada babasının ona söylediği bir söz aklına geldi: " Büyük yük büyük sorumluluklar getirir.".