Saklambaç

3 1 0
                                    


Gözlerini yeniden açtığında çoktan güneş doğmuştu, ancak yüzüne vuran bir gölge güneşi gizlemekteydi. Elini yüzüne siper ederek gözlerini kırpıştırdı ve yüzüne vuran gölgenin kaynağına doğru bakmaya başladı. Uyku sersemliğinin ve gece boyu süren kâbuslarının vermiş olduğu zihin bulanıklığı dağılmaya başladığında kendi yaşlarında güzel bir kızın tam karşısında dikilmekte olduğunu gördü. Kızın hafif sarıya çalan açık kahverengi saçları, küçük yüzüne çok da yakışan sevimli bir gülümsemesi ve gülümsediğinde yuvalarında kaybolan küçücük gözleri vardı. Önder ilk anda karşısındaki kişinin iyi niyetli mi yoksa kötü niyetli mi olduğunu sezmekte zorlansa da kız öylesine tatlı gülümsüyordu ki birden kendini rahatlamış hissetti ve istemsizce o da ona gülümsedi. "Merhaba" dedi kız, güleç yüzüne çok da yakışan tatlı bir sesle ve yanına oturdu. Şehrin ara sokaklarından birinde, gözlerden uzak bir çöp konteynerinin yanındaydılar. Güzel bir kızla tanışmak için çok da uygun bir mekân sayılmazdı, ama durumu düşününce en güvenli yerlerden biri olduğu kesindi. "Merhaba" diye karşılık verdi Önder, biraz da çekinerek. Fakat kız o kadar rahat tavırlara sahipti ki her nedense bu hiç tanımadığı şehirde kendisini güvende hissettiriyordu. "Almaz mısın?" diye sordu kız sağ elindeki bir çeşit hamur işi yiyeceği nazikçe uzatarak. Önder öylesine acıkmıştı ki tedbirsizce de olsa kısa bir teşekkürün ardından elini uzatıp ikram edilen yiyeceği aldı. Doğal olarak sol elini uzatmıştı ki bu kızın da dikkatini çekmiş, bir anda gözlerinin parlamasına neden olmuştu. Yarattığı etkinin mahcubiyetiyle ne diyeceğini bilemeyen Önder, kendisine ikram edilen hamur işini yemeye koyuldu. Yabancı kız merakla gözlerini dikmiş onu inceliyordu. Aralarında bir süre hiçbir diyalog yaşanmadı. Bu süre içerisinde Önder de utangaç bir tavırla kızı süzmüş, üzerindeki kirli ve yırtık pırtık kıyafetlerden pek de kalburüstü bir yaşam sürmediğini anlamıştı. Kız ise onun tam tersi olarak gayet cesur bir tavırla, keskin bakışlar eşliğinde Önder'i süzüyor, yeni tanıdığı bu çocuğun nereden gelmiş olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Önder'in son lokması da bittiğinde bir kez daha kız sözü devralmış ve omzuna astığı çantasından çıkardığı bir şişe suyu uzatarak "iç" demişti, "teyzemin poğaçaları adamı susatır." Akşam içtiği iki kâse sıcak tarhana çorbası dışında boğazından bir damla sıvı geçmeyen Önder bu ikramı da zevkle kabul ederek suyu iştahla içmeye koyuldu. Nefes molası verdiği bir esnada kız yeniden konuşmaya başladı. "Ben Aslı" diyordu güzel kız, "senin adın ne?" Bir an için durup derin bir nefes aldı ve "Önder" diyerek yeniden suyu kafasına dikti. Bunu neden yaptığını kendi de bilmiyordu. Sanırım böylesine güzel bir kızla oturup konuşmak onu utandırmış, bunu belli etmek istemediği için de kendisini suyla gizleme ihtiyacı duymuştu. Aslı ise sadece gülümsemiş ve yeni bir soruyla karşılık vermişti. "Nereden geliyorsun?" Böyle bir soru duymak Önder'i şaşırtmıştı. İnsan ilk defa karşılaştığı birinin başka bir yerden geldiğini nasıl anlayabilirdi ki? Tereddütle Aslı'ya bakarken kız bir kez daha konuştu. "Yani, buralı olsaydın mutlaka tanırdım. Başka bir şehirden geldiğini de hiç sanmıyorum, çünkü bu halde seni kolay kolay etrafta dolaştırmazlar." Bunu söylerken Önder'in sağ kolunun olması gereken boşluğu başıyla işaret etmişti. Demek ki tek kollu olması başka şehirlerde de sorun teşkil edecekti. Ne yapacağını bilemez bir halde korku dolu düşünceler arasında bocalarken Aslı'nın o yatıştırıcı sesiyle yeniden kendine geldi. "Korkma" diyordu kız. "Ben de senin gibiyim, bak!" bunu söylerken sol bacağını dize kadar sıyırmış, bir şey göstermeye çalışıyordu. Endişelerinden sıyrılmaya çalışarak başını sallayan Önder, bir an dikkatle baktığı bacağın gerçek olmadığını kavradı. Aslı'nın sol diz kapağından aşağıya doğru ahşaptan, bacak vazifesi gören bir 'şey' uzanmaktaydı. Bir an hayretle gözleri açıldı ve ne diyeceğini bilemez biçimde öylece kıza bakakaldı. Kendisi gibi biriyle karşılaşmış olmanın verdiği heyecan ve mutluluk tarif edilemezdi. Bu demek oluyordu ki yeryüzünde hâlâ o ve kardeşleri gibi eksik uzuvlu insanlar vardı ve bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Öyleyse kardeşleri için de bir umut ışığı var demekti. O bunları düşünür ve yeni arkadaşına söyleyecek bir şeyler bulmaya çalışırken yan taraftan, birkaç metre ötelerinden bir erkek sesi duyuldu. "Hey siz!" diye bağırmıştı sesin sahibi ve Aslı'nın tavrından anlaşıldığı üzere tabanları yağlama vaktiydi. Hızla ayağa fırlayıp ara sokaklarda belirsiz bir yöne doğru koşmaya başladılar. Birkaç sokak sonra Aslı'nın kolundan çekmesiyle kendini çok dar, başka bir ara sokakta buluverdi. Bu andan sonra belirli bir hedefe doğru gidiyor gibiydiler. Sadece Önder bunun neresi olduğu hakkında bir fikir sahibi değildi. Aslı'nın peşi sıra birkaç sokak daha dolaştıktan sonra tam yorgunluktan kendini koyuvereceği sırada Aslı'nın yerdeki bir mazgalı açmasıyla şaşaladı. Polis kıyafetli adam hala arkalarındaydı ve az sonra köşeyi dönüp onlarla yüz yüze gelecekti. Böylesi bir durumda bu kızın neden bir lağım kapağıyla oynadığını anlayamıyordu. Aslı "Hadi! Aşağı! Güven bana!" diyerek onu mazgala doğru itelemiş olmasa hayatta girmeyeceği karanlık bir deliğe kendini bıraktı. Bir kuyudan çıkıp başka bir kuyuya inme fikri pek hoşuna gitmemişti, fakat şu anda Aslı'ya güvenmekten başka çaresi yok gibiydi.

Biraz uğraşarak da olsa mazgalı kapatmayı başarmalarının ardından bir süre dışarıyı gözlediler. Polis tam da kapağın yanından hızla geçmiş ve sokağın derinlerinde kaybolmuştu. Çocukların mazgala indiklerini görememişti. Muhtemelen bir süre sonra çocukları kaybettiğini düşünerek arayışından vazgeçecek ve işine geri dönecekti. Önder, ancak polisten kurtulduklarından emin olduktan sonra etrafına göz gezdirebilme imkânı bulmuştu. Burası birçok kitapta tarif edilen o büyük şehir lağımlarından biriydi. Ortada iğrenç kokulu, içeriğinin ne olduğu tam da anlaşılamayan bir sıvı ağır, ağır akıyor, iki yanda da sıvının biraz yukarısında kalacak şekilde inşa edilmiş birer yol uzanıyordu. Mazgaldan inildiğinde varılan zemin tam da bu iki kısmın kesişme noktasına düştüğünden yerdeki sıvı ayak boyunu geçmiyordu, ancak yine de bu pisliğin üzerinden yürümenin fikri bile iğrençti. Aslı'nın bir komutuyla yeniden yürümeye başladılar. Adeta bir labirent gibi kavşaklarla dolu bir yolda sadece Aslı'nın zihninde kazılı bir yön doğrultusunda ilerliyorlardı. Üstelik kız da birden gizemli bir hal almış, hiçbir şey söylemeden öylece ilerlemeye başlamıştı. Yeryüzünden gelen belli belirsiz seslerin dışında duyulabilen tek ses kendi nefesleri ve şimdi bariz biçimde yankılanan Aslı'nın tahta bacağının sesiydi. Başka şartlar altında garipseyeceği bu durum, yukarıda gördüğü o vızıldayan ve çarptığında metalik sesler çıkartan insanları düşündüğünde Önder'in daha bir huzurlu hissetmesine neden oluyordu. Hem en sonunda kendisi gibi birilerini bulmuştu. Önemli olan da buydu. Önder bu düşüncelerle meşgul olarak lağım kokusunu bir nebze olsun unutmaya çalışırken Aslı'nın o tatlı, enerjik sesi yankılandı. "İşte geldik!" diyordu sol tarafında duran bir kapıyı iterken. Oldukça geniş, mermer karolarla döşenmiş, görece temiz bir yere çıkmışlardı. İçerisi saatlerdir dolaştıkları tünellere kıyasla oldukça aydınlık ve dikkat çekici biçimde de kalabalıktı. Şaşkın bakışlarla etrafı gözlemlerken Önder, içeride bulunan herkesin o veya bu şekilde bir engelinin bulunduğunu fark etti. Bu onu daha da bir heyecanlandırmış, şimdi sonunda kardeşleriyle sığınabilecekleri bir yuva buldukları düşüncesi zihnini ve kalbini neşeyle doldurmuştu. O şaşkınlıkla "burası da ne böyle?" deyiverdi. "Metro istasyonu" dedi Aslı yine o eski neşesiyle. Önder bir kez daha şaşırmıştı. Aslı'nın bunu anlaması çok sürmedi. "Eski bir metro istasyonu" diye düzeltti ve ekledi "ne yani? Lağımda saklanacağımızı mı zannetmiştin?" 

KuyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin