İçeride her yaş grubundan ve ırktan insan görmek mümkündü. Önder'e öyle geliyordu ki tek ortak noktaları da hepsinin bir şekilde engelli olmasıydı. Bir müddet etrafındaki insanları izledikten sonra yeni şeyleri keşfetmeye başladı. Şimdi durdukları yerin sol tarafında eski, karanlık bir tren yolu, sağ tarafında ise iç kısımlara giden koridorlar ve yukarılara doğru uzanan bir çift geniş merdiven bulunmaktaydı. Aslı, şaşkın bakışlar arasında elinden tuttuğu Önder'i bir zamanlar yolcu bekleme bankı olarak tasarlanmış, fakat şimdi bu sığınaktaki insanlara koltuk vazifesi gören yerlerden birine oturttu ve nazik bir gülümsemeyle "sen burada bekle. Ben birazdan geleceğim" dedi. Önder, etrafını saran yabancı gözlerin altında biraz tedirgin olsa da kendi gibilerin arasında bulunmanın verdiği huzurla denileni yaptı ve beklemeye başladı.
Bundan sonra olabileceklerin ihtimaliyle içi içine sığmıyor, kardeşlerini de bir an önce buraya getirip o dipsiz kuyudan kurtarmak istiyordu. Fakat sakin kalmalı ve yeni tanıştığı bu toplum tarafından kabul görmeyi beklemeliydi. Belli bir samimiyeti yakalayabildikten sonra bu insanların yardımını alabileceğinden emindi. O bunları düşünürken Aslı da gelmiş, yanı başına oturmuştu. Şimdi yüzündeki gülümseme daha bir huzurlu görünüyordu. Kucağında da birkaç çeşit yiyecek ve içecek vardı. "Neyi sevip neyi sevmeyeceğini bilemediğim için birkaç çeşit şey getirdim" dedi nazikçe ve ekledi "iyice karnını doyur. Sonrasında seni önemli biriyle tanıştıracağım." Önder de kendisine yapılan bu jeste karşılık olarak nazikçe ikramları kabul etti ve hiç yemek seçmediğini gösterircesine verilenleri yiyerek güzelce karnını doyurdu. Bir yandan da az sonra yapacağı önemli görüşmenin ne olabileceği üzerine kafa yoruyordu. 'Bu kadar büyük bir topluluk söz konusu olduğuna göre bir yöneticileri olmalı' diye düşündü. Sanırım orada kalabilmesi için onun iznini almaları gerekecekti. Tam da tahmin ettiği gibi oldu.
Yemeğini bitirdikten hemen sonra Aslı elinden tuttuğu gibi onu koridorların arasında sürüklemeye başlamıştı bile. Az sonra da kapısındaki tabelada "Yönetim" yazan bir odanın önünde durdular. Bu defa Aslı'nın da heyecanlandığı gözlerinden okunuyordu. "Şimdi" dedi sakinleşmeye çalışarak "seni Zafer abiyle tanıştıracağım. Kendisi bizim topluluğumuzun başkanlığını yürütür. Fakat bu gözünü korkutmasın. Biz burada bir aile gibiyiz. O da bizim 'Dayımız!' Tek yaptığı, topluluğumuzun güvenliğini sağlamak ve elimize geçen eşya ve yiyeceğin adil biçimde dağılımını sağlamak, o kadar. O yüzden rahat olabilirsin. Eminim seni de severek kabul edecektir." Bir an durdu, derin bir nefes aldı ve heyecanla kapıyı açarak içeri girdi. Bu sırada Önder'in aklında tek bir soru vardı: 'dayımız da ne demek?'
Burası basitçe bir ofis olarak tasarlanmış, küçük bir odadan ibaretti. İçerisi bir çalışma masası ve dolaplardan başka bir şey içermiyordu. Masada kırklı yaşlarında, keskin hatlara sahip bir adam, babacan bir ifadeyle oturmaktaydı. Sağ gözünün korsan bandıyla kapatılması dışında bir kusuru görünmüyordu. Söze ilk başlayan yine Aslı oldu. "Dayıcım" dedi heyecanı okunabilen bir sesle "seni Önder ile tanıştırayım." Önder'i çekiştirerek öne çıkardı. Aslı'nın Zafer dayı olarak tanıştırdığı kişi ise hiç istifini bozmadan "oturmaz mısınız?" dedi ve masasının karşısına yerleştirilmiş iki iskemleyi işaret etti. Önder ve Aslı karşılıklı olarak sandalyelere oturdular ve gergin bir bekleyiş başladı. Zafer, keskin bakışlarla karşısındaki genci süzüyor, Aslı heyecanla olacakları izliyor, Önder ise ne diyeceğini bilemez biçimde bir ona bir diğerine bakıyordu. En sonunda biraz da kendisini zorlayarak "tanıştığımıza memnun oldum, efendim" diyebildi. Bu gayet medeni giriş Zafer'in üzerindeki gerginliği de atmış görünüyordu. "Ben de memnun oldum delikanlı" dedi ve hemen yanı başında durmakta olan çaydanlığı işaret ederek "çay?" diye sordu. "Tabi" diyebildi Önder sakin kalmaya çalışarak. Her şey o gelmeden hemen önce hazırlanmış gibiydi. Zafer oturduğu yerden çayları bardaklara doldurdu ve Önder ile Aslı'nın önlerine birer bardak koyarak birini de kendi önüne çekti. Çay servisini bir müddet daha sessizlik izledi. Herkes sıcak çaylarını eline almış, birer yudum çekip içlerini ısıtmıştı ki Zafer sırtını koltuğuna yaslayarak "anlat bakalım. Nereden gelir, nereye gidersin delikanlı?" dedi. "Efendim, ben... Kuyudan geliyorum" diye söze girdi Önder söyleyeceklerinin nasıl bir tepki doğuracağını kestiremeyerek. "Ne kuyusu bu?" diye gayet ciddi bir tavırla sordu Zafer. Bu öyle bir soruydu ki Önder nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. Biraz ağzında eveleyip geveledikten sonra basitçe yanıtlamaya karar verdi. "Su kuyusu, efendim." "Demek su kuyusu" dedi Zafer o ciddi tavrını bozmayarak. Bir an için gergin bir havanın estiğini Önder'in sağ kolu bile hissetmişti. Fakat hemen sonra Zafer'in gülümseyerek devam etmesi herkesi sakinleştirdi. "Eski bir metro istasyonunda yaşadığımızı düşünürsek, senin de bir kuyuda yaşama ihtimalini küçümsemek ahmaklık olur değil mi?" Dağılan gerginliğin etkisiyle sakinleşen Önder sözlerini sürdürdü. "Ne yazık ki orada yalnız değildim, efendim. Bizler gibi olan altı kardeşim ve dedemizle birlikte yaşamaya çalışıyoruz..." "Demek öyle" dedi Zafer düşünceli bir tavırla ve ekledi "peki, sen buraya nasıl geldin?" "Kaçarak" dedi Önder biraz da mahcup, başını eğerek. Zafer ise alaycı bir tavırla gülümsüyordu. "Tek kolunla bir su kuyundan kaçmak pek de kolay olmasa gerek." "Kesinlikle, efendim!" dedi Önder ciddi bir tonla. "Öncelikle dedemizi ikna etmem gerekiyordu ki bu en zoruydu sanırım. Çünkü yukarıyla iletişim sağlayabilen tek kişi oydu ve yukardakilerin de beni öylece alıp dışarıda gezintiye çıkarmaya pek niyetleri yoktu." "Nasıl başardın öyleyse?" diye sordu Zafer birazdan dinleyeceklerini merak ettiği belli olan bir ses tonuyla yerinden doğrularak. "Bir çeşit ilaçla beni ölmüş gösterdik. Yukarıdan gelen ekip muayene bile etmeden beni alıp bir toplu mezara bırakıp gitti. Ben de dedemin direktiflerine uyarak yönümü tayin ettim ve işte buradayım!" diye açıkladı Önder heyecanla. Başarılı kaçma girişimini düşündükçe istemsiz bir heyecan duyuyordu. "Demek öyle" dedi bir kez daha Zafer dayı, "o zaman dedeniz burayı gayet iyi biliyor olmalı." "Ah, evet!" dedi Önder bir kez daha coşkuyla. "Onun sayesinde şehre inmeden nasıl karnımı doyuracağımı da öğrendim." "Pekâlâ" dedi Zafer, şimdi elindeki çay bardağıyla oynuyor, uzun süre dalıp gidiyor, kelimelerini tane tane seçerek konuşuyordu. "Bu kuyuda kaç kişiyiz demiştin?" diye sordu sonra aniden. "Aslında dokuz kişiydik, fakat Pamuk ninemiz üç ay önce öldü. Şimdi ben ve altı kardeşim ile dedemiz kaldık" diye açıkladı Önder, ninesini hatırlamanın hüznü yüzüne çökmüştü. O sıra istemsizce Aslı ile göz göze geldiler. Sevimli kızın onun bu hüznünü paylaştığı gözlerinden okunuyordu. "Dedenizin ismi ne demiştin?" diye sordu Zafer kısa bir an önündeki kâğıda bir şeyler karaladıktan sonra. "Hakan" diye yanıtladı Önder duraksamadan. "Hım, hım" diye bir ses çıkartarak başıyla onaylayan Zafer dayı yine bir şeyler karaladı ve "peki, yaşlarını biliyor musun?" diye sordu. "Aslında bilmiyorum, efendim, ama yetmiş yaşından aşağı değiller" diye yanıtladı Önder bir müddet düşündükten sonra. Zafer bir kez daha önündeki kâğıda notlar aldıktan sonra arkasına yaslanarak "anlat bakalım şimdi, şu kuyu dediğin yerde ne zamandan beri kalıyorsunuz ve oradaki yaşantınız nasıldı?" "İlk sorunuza verebileceğim yanıt 'kendimizi bildik bileli' efendim" dedi Önder ve telaşla devam etti "yani, biz çocuklar için durum böyle. Ancak dedemle ninem bundan on beş sene kadar önce gönüllü olarak bizim başımızda kuyuya inmişler." "Yıllardan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu kuşkuyla Zafer. "Yaşlarımız, efendim" dedi Önder "en büyüğümüz Zeynep henüz on altı yaşında, öyleyse dedemlerin kuyuya inmesi de en fazla onunla aynı döneme denk geliyor olabilir." "Mantıklı" diye onayladı Zafer, "yine de emin olamayız. Belki de sizden öncede kuyuda çocuklar vardı ve siz getirilmeden önce öldüler veya bir şekilde kuyudan çıkmayı başardılar" ve yeniden düşünmeye başladı. Önder bu ihtimali daha önce hiç aklına bile getirmediğini fark etti. Neler döndüğünü şimdi daha da merak ediyordu. Bir süre farklı düşünceler arasında gidip geldikten sonra Zafer dayının hala yanıtsız bir sorunun karşılığını beklediğini fark etti. "Efendim, kuyu aslında bizim için bir hapishane avlusu gibiydi. Taş duvarların güneye bakan kısmında bir tünel kazılmış ve tuvalet, banyo, yatak odası, kütüphane ve kiler gibi temel ihtiyaçlarımız için odalar oyulmuştu. Fakat eski bir güneş enerjili jeneratör dışında elektrik kaynağımız olmadığından güneşli zamanları avluda, yani kuyunun ağız kısmında geçirmeyi tercih ediyorduk." Duydukları hem Zafer'i hem Aslı'yı şaşırtmış görünüyordu. "Öyleyse" dedi Zafer "size malzeme tedarik eden birileri vardı." "Evet, efendim. Her ayın ilk haftası yukarıdan birileri gelir, bir aylık ihtiyacımız kadar malzemeyi bırakır giderlerdi." "İlginç" dedi Zafer "o zaman bu insanlar her kimse, onlara ulaşabilirsek kuyudaki arkadaşlarını da kurtarabiliriz." Bunu duymak Önder'i çok heyecanlandırmıştı. Belli ki bu insanlar ona yardımcı olmak konusunda zorluk çıkarmayacaklardı. "Pekâlâ" dedi Zafer bir kez daha "kuyu dediğin yerin tam olarak nerede olduğu hakkında bir fikrin var mı?" İşte bu cevaplanması en güç soruydu. "Aslında hayır" diyebildi zayıf bir sesle ve devam etti "tek bildiğim beni attıkları toplu mezarın şehrin güneyinde kaldığı, o kadar. Yol boyunca bir ceset torbasının içerisindeydim. Bu yüzden hangi yönden geldiğimizi, hangi yöne gittiğimizi göremedim." "Merak etme" dedi Zafer yatıştırıcı bir sesle "bundan sonrası bizim kontrolümüzde." Fakat daha fazla bir şey söylememiş, daha çok Aslı'ya yönelen ve gençlerin artık gitme vaktinin geldiğini ima eden bir baş işaretiyle konuşmayı sonlandırmıştı. Fakat Önder'in kafasına takılan bir şey vardı. "Efendim" diye seslendi kibarca, kapıdan çıkmadan önce. Zafer o sırada birilerini aramak amacıyla telefona sarılmak üzereydi. Önder'in seslenmesiyle eli önüne düştü ve meraklı gözlerle bakmaya başladı. "Hakan dedemiz" diyerek söze başladı Önder. "Burada bir köy olduğundan söz ediyordu, ama yukarıda görebildiklerim kitaplarda okuduğum köylere hiç benzemiyordu." Önder'in anlamlandıramadığı bir ifade takınan Zafer koltuğunda geriye doğru yaslandı ve "sanırım dedeniz çok uzun zamandır gün yüzü görmemiş" demekle yetindi. Bakışları gergin bir hal almış ve Aslı'da odaklanmıştı. Gerçekten gitme vakti gelmiş olmalıydı. Bu bakış karşısında heyecanlanan genç kız Önder'in sol kolundan çekiştirerek odadan çıkarırken "hadi gel, ben sana bilmen gerekenleri anlatırım" diyebildi. Az sonra yine metronun labirenti andıran koridorlarında yürüyorlardı. Yanlış bir şey söylemiş olmanın endişesi içerisindeki Önder dayanamayarak Aslı'ya neyi yanlış yaptığını sordu. "Hiçbir şey" dedi Aslı sakince "sadece buraya en yakın köye benzer yer en az yetmiş kilometre uzakta!" "Nasıl yani?" diye sordu Önder anlam veremeyerek. Onun bu şaşkın tavrı Aslı'yı bir açıklama yapmak zorunda bırakmıştı. Durdu ve Önder'in gözlerinin içerisine bakarak "köy tipi yerleşkeler yeryüzünden silineli yirmi sene oluyor" diye açıkladı "köye benzer tek yer ise buranın 70 km güneybatısındaki bir çiftlik arazisinden ibaret." Duydukları Önder'de büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Kitaplardan okuduğu ve hep görmeyi arzuladığı o köy yaşantısı ölüp gitmişti. Belki de köy hayatına gözlerini açan son çocuklar o ve Zeynep'ti. "Bir dakika!" dedi şaşalayarak, "öyleyse ben çok yanlış bir yerdeyim!" "Neden?" diye sordu Aslı şaşkınlıkla. "Burası yerleşke on dokuz değil mi?" "Hayır" dedi Aslı üzüldüğünü belli ederek "burası yerleşke on sekiz, sanırım o arabadakiler seni hiç de beklemediğin bir yere bırakmışlar." "Kahretsin!" diye söylendi Önder öfkeyle. "Ben de köy olması gereken bir yerde sadece yirmi yılda koskoca metro istasyonu nasıl hurdaya çıkar diye düşünüp duruyorum." "Önder" dedi Aslı o her zamanki yatıştırıcı sesiyle "Bu metro tam yüz yıllık! Ama endişe etme, Zafer dayı onları bulacaktır" diye de ekledi. Bir süre öylece bu yeni bilginin yaratacağı sorunları düşündüler. Silkinip kendine ilk gelense Aslı oldu. "Hadi, daha yapacak çok işimiz var" dedi eski heyecanına dönerek. "İlk olarak sana takma bir kol ayarlamalıyız!" ve hızla bir kapıdan içeri girdi.
Yeni girdikleri bu geniş salon bir çeşit ahşap atölyesini andırıyordu. Her yer talaş ve tahta tozuyla kaplanmış, ortadaki tezgâhlarda genç, yaşlı bir grup insan harıl, harıl çalışmaktaydı. Duvarlardaki raflarda ise envai çeşit ölçü ve şekilde ahşap kol ve bacak durmaktaydı. Aslı kalabalığın arasından genç bir çocuğa yaklaştı ve Önder'i tanıştırarak yeni bir kola ihtiyaçları olduğu bilgisini verdi. Önder o sıra duyduklarını ve gördüklerini sindirmeye çalıştığı için çocuğun ismine dikkat etmemişti, ancak işinin ehli biri olduğu kesindi. Önder'i bir sandalyeye oturtmuş, nazikçe sol kolunun ölçüsünü almış, sağ kolunun omzundan kaç santim aşağıda bittiğine bakmış ve uygun ebatlardaki bir tahta kolu alarak Önder'in sağ omzuna oturması için gerekli ince ayarları çekmek üzere tezgâhlardan birine doğru seğirtmişti. Çocuğun çekilmesiyle yine Aslı ile baş başa kalan Önder, "burada neler oluyor artık anlatacak mısın?" diye sabırsızca sordu. Fakat çocuk çarçabuk gerekli ayarlamaları yaparak gelmişti bile. "Sakin ol" dedi Aslı nazikçe. "Önce şu kolunu bir deneyelim, sonra sana merak ettiğin her şeyi anlatacağım." Ahşap kol rahat biçimde omzuna oturmuş ve kemerlerle bedenine sabitlenmişti, fakat çok ağırdı ve alışıncaya dek bir süre Önder'in sağa doğru yalpalayarak yürümesi gerekecekti. "Bir müddet Yuvadan dışarı çıkmasan iyi olacak" dedi Aslı onun bu haline bakıp gülmemek için kendisini zor tutarak. Yeni arkadaşının kırılmasını istemediği için "dışarıda bu halinle çok dikkat çekersin" diye eklemeyi de ihmal etmedi. Sonrasında çamaşırhane olarak düzenlenmiş başka bir yere geçmişler, Önder'in üstüne uygun bir gündüzlük bir de gecelik takım alarak bir tür yatakhaneye çevrilmiş bir başka salona geçerek Önder'e kalacak yer ayarlamışlardı. Neyse ki çok fazla boş yatak yoktu da bu işlem fazla vakitlerini almadı. Önder gözüne kestirdiği ilk yatağa yanaşmış ve 'bu olsun' diyerek omuzlarını silkmişti. Eski bir metro istasyonunun bu kadar detaylı bir yaşam alanına dönüştürülmüş olması Önder'i hayrete düşürüyordu, fakat aklında daha önemli sorular vardı. Dünya'ya ne olduğu ve engellilerin neden yer altında saklanma ihtiyacı duydukları gibi. Ancak Aslı hala daha konuşmaya yanaşmıyor ve sürekli yeni yönergeler vererek onu bir yerden başka bir yere sürüklüyordu. Şimdi sıra banyo yapmaktaydı. Şampuan, sabun ve havluyu nereden temin edebileceğini gösterdikten sonra duşa girmesi için yalnız bıraktı ve işi bittiğinde kafeteryaya gelmesini salık verdi.
Sıcak su ve temiz kıyafetler o kadar iyi gelmişlerdi ki Önder neredeyse kendisini evinde gibi hissetmiş, kafasındaki tüm o kara bulutlar dağılıvermişti. Son derece rahat biçimde koridorlarda dolaşarak kafeteryayı aramaya başladı. Bu insanlar iyi insanlardı. Üstelik aralarında kendisini hiç yabancı hissetmiyordu. İnsan buradayken tüm o kuyuda geçen yıllar uzak birer düş gibi görünüyorlardı. Kardeşleri... Kardeşleri aklına geldiğinde durakladı. Buradaki rahata alışarak onları yüzüstü bırakamazdı. Hele ki Zeynep... Kuyudan ayrıldığından beri ikinci kez Zeynep'i düşünüyordu. Kim bilir ne yapıyordu şimdi orada? 'Meğer insanların yanlarındayken onları ne kadar sevdiğimizi anlayamıyormuşuz' diye düşündü. Derin bir iç çekti ve birden önünde beliren Aslı'nın gölgesiyle olduğu yerde zıpladı. "Sonunda gelebildin" diyordu o her zamanki enerjisiyle. Yine her zamanki gibi sol koluna asılarak Önder'i kafeteryanın bir köşesine sürüklemişti. İçecek bir şeyler aldılar ve boş bir yere oturdular. Sonunda ciddi konulardan bahsetmenin vakti gelmişti. Ancak bu kızda garip bir şeyler vardı. Onun yanındayken insanın hiçbir şey için endişelenesi gelmiyor, o tatlı gülümsemesine bakarken ciddi düşünmeyi bile beceremiyordu. Yeniden derin bir nefes aldı. Oturduğu yerde doğruldu ve silkelenerek aklını toparlamaya çalıştı. Kısa bir öksürükle boğazını temizledi ve "evet, artık bana neler olup bittiğini anlatabilir misin?" diye sordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kuyu
Short StoryKendini bildi bileli arkadaşlarıyla bir kuyunun dibinde yaşayan Önder'in gerçeği bulma arayışı.