Bineklere ihtiyacımız vardı zira Tepegözlerin ülkesi bir ada ve bu adaya ulaşmak için anakaranın sonuna ulaşmamız gerekiyordu. Bu mesafe yürüyerek aylarca sürerdi ki bizde o kadar güç yoktu. Yanımda, uyuyan bu tatlı kız ile birlikte umudumu alarak uzanıyordum. Aramızda ateş vardı ve günlerce beraber binek kovalayıp durduk ama elde edememiştik. Kimi yerde bulduk ama sahipleri onları ellerimizden aldı, kimi yerde bulduk binek bizi kabul etmedi ve kimi yerde cesetleriyle karşılaştık. İkimizde yorulmuştuk, dinlenmeyi hak etmiştik. Soğuk hava ve etrafta kol gezen hastalıklar için orman son derece güvenliydi. Ne bir canlı belirtisi vardı ne de kaos. Sadece ikimiz vardık ve sonunda ne olacağını bilmediğimiz bir amacımız. Tepegözleri herkes çok iyi bilir ki birer dev insana benziyorlar ve yüzlerinde sadece bir tane gözleri vardı, söylenilene göre insan etinden beslendikleri için Gök Tengri tarafından lanetlenmişler ve bulundukları adaya hapsedilmişler. Onların adını duyan herkesin korkup geriye çekilmesinin sebebi oraya giden kimsenin geri dönmemesindedir. Onlar hakkında çok hikâye dinledim ve okudum ama isimlerini her duyduğumda Akel kadar korkmuyordum. Bu cesur, inatçı, savaşçı ve nerden bildiğini bilmediğim şifacı kız onların adını her duyduğunda korku tüm bedenini sarıyordu ama benimle gelmekten bir an bile geri durmuyordu. Onun hakkında artık çok şey merak ediyordum. Beni nasıl buldu? Neden yanımdan ayrılmıyor? Bana neden güveniyor? Ve en önemlisi 'benim için' bunca şifalı bitkiyi nereden tanıyor ve biliyor? Günlerdir onun bitkilerden yaptığı çorbaları içerek ilerliyorduk ki o çorbalar son derece doyurucu ve şifalıydı. Ha bir de dün yıkılan bir kalenin içinde bulduğumuz bir at için girdiğim çarpışmadan hiç beklemediğim şekilde ok ve yay kullandığını öğrenmiştim. Hoş o atı da alamamıştık ama. Her sorduğumda kendisinin bir şamanın yanında büyüdüğünü söylüyordu ama hiçbir şaman böyle ok ve yay kullanmayı bilmezdi. Kimliğini sakladığını çok iyi biliyordum. Gerçi yeryüzünün durumunu düşündüğümde kimliğin bir önemi olmadığını çok iyi bildiğim bir diğer şeydi ama yine de onun sırları beni merak ettiriyordu.
''beni izlemeyi bırak ve uyu'' gözleri kapalı ve duruşunu bozmadan ortaya attığı bu sözlerden sonra düşünce boşluğundan ormana geri dönmüştüm.
''böyle olmaz'' deyip ayağa kalktım. Durup düşünmekten ve yürümekten çok sıkılmıştım, ''anakaranın sonuna yürüyerek ulaşamayız. Binek şart.'' Duruşunu bozup olduğu yere oturup beni seyretmeye başladı ben ise kendimi toparlayıp ateşin üzerini toprakla örtüyordum.
''bunu bende biliyorum ama günlerdir yaşadıklarımızı biliyorsun.''
''evet.'' Ateşi söndürdükten sonra onu beklemeden ilerledim. Arkamdan oflayıp puflasa da kalkıp peşime takıldı. Söylene söylene yanıma geldiğinde ikimiz de aynı anda bir at görmüştük. Tam ileride duruyordu, yabani kahverengi bir attı. Gücü gayet yerinde ve tam da istediğimiz türdendi.
''yoksa tanrılar bize yardım mı etmeye karar verdi?'' onun bu sorusunu es geçerek atı ürkütmeden yakalamak için yavaşça ilerlemeye karar versem de at bizi görmüştü. İkimizle göz göze geldiğinde ürkmemişti ve kaçma gereği dahi duymamıştı. Bu tuhaftı zira şu an kaçıp gitmesi gerekiyordu. Adımlarım yavaş ilerlerken dahi kaçmamıştı ve bu beni sön derece mutlu etmişti. Akel olduğu yerde beklemişti ve ben ilerliyordum. Yanına kadar ulaştığımda alnını göğsüme yasladı. Açıktı dostluğumu istiyordu. Keyifle alnını okşayıp duruyordum ki Akel'in çığlığı ilişti kulaklarıma ve kılıcımı kınından çıkardığım gibi at beni yere düşürüp ön ayaklarıyla göğsümün üzerine oturdu. Ondan kurtulmaya çalışırken Akel'in sesi gelmiyordu. Uğraşlarım çaresiz kaldığında başımın üzerinde biri belirdi ve çırılçıplaktı, ''güzel ödül.'' Bu sözden sonra yüzüme çok sert bir darbe alıp bayılmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAROBİS (TAMAMLANDI)
FantasyTanrı kurdun rahmine yerleştiğinde gökyüzü yeryüzüyle bir oldu. Yeryüzünde doğan bir fitne yeraltıyla bir olduğunda yok oluş günü geldiğini ilan etti. Tanrı ve Tanrıçaların aşkı gökyüzünden taştı. Kayra Han yeryüzünü düzene sokmak istedi, bir şeh...