Önce yağmur ormanlarının kokusu burnumu esir aldı sonra nemli hava yüzümü okşamıştı, tanrılar aşkına burası çok güzeldi. Etraftaki çiçekler, ağaçlar, dereler ve kuşlar. Burası uçmağdı evet, burası kesinlikle uçmağ olmalıydı, ''burayı hiç böyle hayal etmemiştim'' Akel haklıydı zira benim de zihnimde böyle bir şey canlanmamıştı; kurak ve çorak toprakların olduğu bir yer diye düşünmüştüm ama şimdi gördüklerim bunun tam tersiydi. Ena daha önce geldiği için pek şaşırmıyordu ama ben ve Akel hayretle, mutlulukla etrafı izliyorduk. Sanki ölmüştük ve Ülgen Han bizi uçmağ ile ödüllendirmiş gibiydi.
''Tepegözler çok şanslı olmalı, böyle bir yerde yaşamak ceza değil ödül.''
''gerçekler her zaman anlatılanlardan çok daha fazlasıdır çocuklar. Şimdi, gitmemiz gerek.'' Ena'nın sözleriyle etrafı izlemeyi bırakıp onun arkasından ilerledik. Burası gerçekten çok güzeldi gözlerimi etraftan alamıyordum.
''adanın içine doğru gitmeliyiz tüm Tepegözler orada yaşıyorlar, şefleri yüzüğe sahip olan kişi ve en korunaklı kişi.''
''burada neyden korunuyorlar?'' sonuçta burada tek başınalardı ve korunmak saçma gelmişti bana.
''onların yüzüğü son derece önemli, neye yaradığını bilseydin tehdit olmasa bile korumak isterdin.''
''bilen birini tanıyorum'' evet o biliyordu ve söylemesini istiyordum. En önde elbisesinin eteklerini kavrayarak yürüyordu ki aniden durup bize baktı, gözleri bizim üzerimizde olsa da sanki başka yerlere bakıyordu, ''bizi izliyorlar'' dedi aniden. İkimizi de saran korku birbirimize bakmamıza neden olduğunda bir kez daha konuştu Ena, ''geliyorlar.'' Ne yapacağımızı biliyorduk, ben kılıcımı kınından çıkardım ve hazır ol da bekledim Akel yayına bir ok yerleştirip gererek bekledi. Tüm soğuk kanlılığıyla bize bakan Ena, ''onların derileri çok kalın ve ne ok ne de kılıç işler sadece gözlerini vurmalısınız ancak o şekilde onların hakkından gelebilirsiniz.'' Benlimi saran kırmızı kuşağa sıkıştırdığım hançeri ona fırlattığımda, ''umarım buna gerek kalmaz'' dediği anda devasa ağaçların içindeki kuşlar havalanıp şiddetle ötmeye başladılar. İşte geliyorlardı. Çocukluğumdan beri anlatılan o korkunç yaratıklarla tanışma zamanı nihayet gelmişti. Et yiyen devasa tek gözlü insanlar. 'İnsan eti yiyen' devasa tek gözlü insanlar. Kısa süre sonra yerdeki dalların kırılıma ve yerden bitme yapraklı bitkilerin hareketlenme sesleriyle üçümüzde nefeslerimizi tutuk ve karşılaşacağımız manzaraya hazırlandık. Gelen seslere bakılırsa etrafımız sarılmıştı ve bu yüzden kaçmak saçmalıktı açıkça söylemek gerekirse kapana sıkışmıştık ve savaşmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Aldığımız nefesler boğazlarımızı yaktığı anlarda Ena'nın baktığı yerde bir pars atlayarak ortaya çıktı ve üçümüzde korkarak o yöne yönelmiştik ki parsın arkasından hiç beklemediğim bir yaratık çıktı; soluk mavi bedeni ve uzun saçlarıyla beliren bu yaratığın bakışları son derece korkunçtu, bizi seçtiğinde gözleri bizi tarayıp durdu. Önündeki parsa yana çekilip ona yol açtığında bir kadın olduğunu anlamıştım; göğüsleri ve belinden dizlerine kadar olan bölgeyi örten ve üzerinde desenler olan kumaşlar vardı. Cüssesi gayet normaldi ama boyu biraz uzundu üstelik iki tane gözleri vardı ve bu mesafeden gördüğüm kadarıyla gözleri tamamen siyahtı, çok korkunçtu. En tuhaf olan ise parsı okşarken beş parmaklı ellerinin tırnakları kılıcım kadar parlaktı ve demirdendi, uzundu.
''bu da nedir?'' diye içimden defalarca geçirdiğim soruyu nihayet dışarıya vurmuştum.
''bize Demirkıynak derler. Bu adadaki Tepegözleriz. Yani kadın olan Tepegözleriz. Peki ya siz kimsiniz?'' korkunç gözleri beni bulduktan hemen sonra kılıcımı gördü ve sırıtarak parsla ilgilenmeye devam etti, belliydi onun evcil hayvanıydı.
''ben Ena, Pus Prensesi Ena. Şef Martaz beni tanır. Onunla görüşmem gerek, savaşmaya niyetimiz yok.''
''hiç öyle görünmüyor'' diyen Demirkıynak bizi ve ellerimizde hazır bulunan silahlarımızı süzdükten sonra gülümsedi ve o anda Ena bize uyarıda bulundu, ''korkunç seslere sahipler eğer olurda böyle bir şey yaparsa olabildiğince kulaklarınızı tıkayın.'' Sessiz uyarısından sonra bu sefer yüksek sesle kadına yöneldi, ''bize güvenmen gerek, Şef Martaz ile daha önce...''
''Şef Martaz öldü!'' aniden gelen bu yüksek ve cırtlak ses üçümüze de geri adım attırmıştı, ''onun yerine oğlu şef oldu ve onun da kimseye güveni yok. Bu yüzden üzgünüm sizi öldürmek sorunda kalacağız.''
''kalacağız derken?'' yüzünde rahatsız edici bir gülümseme varken ve ben sorumu sorarken etrafım aniden Demirkıynak ve Tepegözler tarafından sarıldı. Nihayet görmüştük onları, devasa cüsseleri ve tek gözleriyle aç köpekler gibi bize bakıyorlardı; tenleri bir insanın teni gibiydi ve boyları iki insan kadardı, üzerlerinde sadece avret mahallerini örten bir kumaştan ve bir kemerden başka bir şey yoktu. Ellerinde tutukları kendilerine özgü kılıç ve diğer tehlikeli silahlarla bize giderek yaklaşıyorlardı.
''yeni şefe bildir, babası bizi severdi ve o da sevecektir. Bizim kötü bir amacımız yok. Onunla görüşmeliyiz!'' Ena yüksek sesle bunları söylese de kadının umurunda bile değildi. Parsa binerek bize yaklaşanlara seslendi, ''afiyet olsun çocuklar!'' gitmek üzereydi ve bize yaklaşanlar eğlenerek kahkaha atıp hızlandılar.
''o beklenilen hakan!'' diyen Ena beni işaret ediyordu ve bu herkesin dikkatini çekmişti. Ben beklenilen hakan değildim ama sanırım olmam şu an işimize çok yarayacak gibi görünüyordu. Kadın parsı durdurarak bize döndürdü ve giderek yaklaştı, etrafımızdaki aç Tepegözler ve Demirkıynaklar bile durmuş, kadından emir bekliyorlardı.
''ne dedin sen?''
''o beklenilen Hakan. Buraya sizinle anlaşmaya geldi, Hakan Geray, Şef ile anlaşmaya geldi.'' Ne yapıyordu bu anlamıyordum. Aklında bir plan vardı ve biz gelmeden önce bir plan yapmıştık zaten ama böyle değildi.
''kanıtla'' diyerek bana baktı ve elimde hiçbir kanıt yoktu gerçi hakan olmanın kanıtları nelerdi onu bile bilmiyordum.
''eğer şef ile görüşürsek o zaman size kanıtlarım. Ben Hakan Geray, Marobisin ve sekiz lordun hükümdarı.'' Onun aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama uzunca gözlerimin içine baktıktan sonra kabul ederek kendisini takip etmemizi istedi. Kolay olmuştu ve bu beni rahatsız etmişti. Önde Demirkıynak arkasında biz ve bizim arkamızda onlarca Tepegözle ilerliyorduk. Her ne kadar şimdi bizi yiyemeseler de ilk fırsatta bizi akşam yemeği yapacakları açık olan Tepegözler son derece genç görünüyorlardı. Bunlar yeniyetme olmalıydılar. Aralarından bir tanesi bana diğerlerinin aksine hayranlıkla bakıp duruyordu. Bakışları rahatsız edici olsa da çok şirin bir gülümsemesi vardı, ''benim adım Arç, gerçekten de Marobis'in beklenilen lideri sen misin?'' ona tamamen baktığımda gözündeki umut ışığı duygu karmaşası yaşatmıştı bana. Belli ki onlar da beklenilen hakan için umutluydular ama şu an onları kandırıyorduk ve işler yolunda giderse onlara ihanet edecektir. Ama üzgünüm Arç bunu yapmak zorundayım.
''senin için bu neden önemli?''
''yeryüzü ve gökyüzü ona hayranlık beslerken ben neden beslemeyeyim. O çok güçlü ve sekiz lordun hükümdarı. Yani sen bunca güce ve ihtişama sahipsin. Eğer gerçekten oysan.'' Sessizliğim boğazımı düğümlemişti ve konuşmak istemiyordum. Her ne kadar o hakan olmasam da ona hizmet için buradaydık ve bu da bir nevi yalan olmuyordu... ve sanırım az önce kendimi kandırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAROBİS (TAMAMLANDI)
FantasyTanrı kurdun rahmine yerleştiğinde gökyüzü yeryüzüyle bir oldu. Yeryüzünde doğan bir fitne yeraltıyla bir olduğunda yok oluş günü geldiğini ilan etti. Tanrı ve Tanrıçaların aşkı gökyüzünden taştı. Kayra Han yeryüzünü düzene sokmak istedi, bir şeh...