Ben Tulparın üzerinde ve Akel Merkütün üzerinde havada süzülüyorduk. Artık bilmem gereken her şeyi bildiğim için kısa süre sonra karşılaşacağımız manzaraya hazırdım ama Akel öyle değildi. Aşağıda deniz vardı birkaç tane de ada ve güneş bu adalardan biraz öte sonrasını aydınlatmıyordu. Hayretler içerisinde ufku izleyen Akel'in söylediği tek şey, ''Yüce Tanrım'' olmuştu. Ağzı açık bir şekilde gördüğü bu manzara onu hem meraklandırmış hem de heyecanlandırmıştı, ''bu nasıl mümkün olabilir? Bir yerde güneş var diğerinde yok.'' Tulparın dizginlerini kavrarken ona bakmadan cevabımı verecektim, ''Güneş Mu anakarası için battı Atıken anakarası için değil.''
''nasıl yani yeryüzünde iki tane mi anakara var?'' şaşkınca sormuştu ve sesinde heyecan mevcuttu, başından beri. ''Evet Akel, Ülgen Han iki kes toprağa emretti ve Erlik Han suyun altından iki kez toprak aldı. Unutma bu aramızda bir sır. Ve güneş uzun bir süre daha buraya doğmayacak'' dediğimde tam da sınırdan geçmiştik yani aydınlıktan karanlığa geçiş yapmıştık. ''yaradılış destanını okumuştum ama hep ikinci emirdeki toprağın Buzlar Ülkesi olduğunu düşünmüştüm, tıpkı diğer herkes gibi.'' Yandan baktım ona ve bu söylediklerini benimsemişçesine hayal kırıklığı yaşıyordu ya da daha önce nasıl düşünemedim diye kendisine kızıyordu. En nihayetinde ona baktığımı anladığında büyük bir tebessüm bahşetmişti bana. Tıpkı onun gibi koluma sarılı duran kobra başını kaldırmış etrafı seyrediyordu, o da tebessüm ediyordu ve daha önce hiç gökyüzünde olmadığını hatırlamıştım. Nedense o an kendimi bir baba gibi hissetmiştim, çocuklarının mutlu olduğunu gören bir baba. Keyifle nefes aldım ve gülüş yüzümden eksik olmadı.
Karaya ulaşmamıza biraz daha vardı ki aklıma bir fikir gelmişti ve Akel bundan hiç keyif duymayacaktı. ''Merküt!'' diye seslendim yüksek sesle ve o da tıpkı bir insan gibi cevap verdi, o bunu yapabiliyordu, ''efendim!'' Akel onun bir insan gibi konuşmasına hayret ederek bir ona bir bana baktığı sırada ben gözlerimi kısmış ve sırıtarak, ''hadi şunu yapalım'' dediğimde Akel, ''ne yapacağız?'' demeye kalmadan ikimizde havada kendi etrafımızda dönmeye başladık. Tulpar o denli hızlıydı ki ben baş aşağı kaldığım sırada hemen dönüp düşmeme engel oluyordu. Eğlenceliydi ve bunu defalarca denedik ama aynı şey Akel için geçerli değildi zira ondan sadece çığlık sesleri işitiyordum. Ben kahkahalar eşliğinde Tulparın akrobasi hareketleriyle eğlenirken bir ara Akel'in Merkütün üzerinden düştüğünü gördüm. Çığlık çığlığa olan Akel havada süzülürken ben Tulparı düzeltim onun düşüşünü seyrediyordum çünkü biliyordum. Merküt hızla onun altına girdi ve yeniden onu sırtına almıştı. Tüm duyularıyla Merkütün tüylerine yapışan Akel kendisine gelmeye çalışıyordu ama başaramıyordu ki kısa bir süre sonra aşağıya doğru kusmuştu. Ben, Tulpar, kobra ve Merküt kendimizce gülerken aniden kobra da aşağıya doğru kusmaya başlamıştı ve bu sefer buna Akel dahil hepimiz gülmüştük, kendisini toparlayan kobra da ardından bize katılarak gülmüştü. Tuhaf olan ise daha önce bir yılanın kustuğunu hiç görmemiştim.
''sayın Merküt, evet biliyorum o senin efendin ama bil ki beni taşıyordun.'' Akel hesap soruyordu ama Merküt bunu neden istediğimi çok iyi biliyordu, ''liderler her zaman birkaç adım sonrasını düşünür prenses.'' Tek söylediği buydu. Onlardan önde olsam da duyabiliyordum ama duymuyormuş gibi davranıp görünen kara parçasına odaklanmıştım. Burası karlar altında olan Arus Diyarıydı. ''Geldik efendim'' diye ilan etti kobra. Kimseleri göremiyordum ve bir hareketlilik de yoktu. ''nerede bu itbaraklar?'' yakınlaşana kadar ve yakınlaştıktan sonra bile kimse görünmemişti. Aklımdan katliam senaryosu geçse de bir kenara atıp karaya konduk. Tulpar kanatlarını toplayıp yavaşça birkaç adım ilerledikten sonra durdu ve Merküt de hemen arkamızdaydı, ''bu kadar sessizlik normal değil'' demişti. Haklıydı, bu hiç normal değildi. İnmek istediğimi anlayan Tulpar hep yapacağı hazırlığı yine yaptı ve ben yine onun kanadına basmadan atladım. Ayaklarım karın içine battığında ne kadar da çok olduğunu yeni fark etmiştim zira Tulpar'ın da ayakları dirseklerine ve dizlerine üç karış kala batmıştı aşağıya. Henüz oradan ayrılmamışken ve etrafı seyretmişken gözlerim minik bir hareketliliği aniden görmüştü. O yöne bakmamla üzerime gelen oku görmem bir olmuştu. Kendimden emindim zira o ok bana ulaşmayacaktı ulaşsa bile en fazla canımı yakacaktı ama öldürmeyecekti. Olduğum yerde kendimi hiç bozmadan Akel'in henüz görmediği oku izlerken Tulpar kanatlarını açıp önüme siper oldu ve ok onun kanatlarına çarpmadan görünmeyen bir engele çarpıp kırıldı, bu Tulparın savunma mekanizmasıydı. Keskin gözlerle ona baktım, kanatlarını geri çekip kendisini düzelttiğinde Akel endişeyle yanıma koştu, durumumun iyi olduğunu anladığında hemen arkamda Tulparın yanında kalması gerektiğini ellerimle gizlice işaret ettim. Kendimden emin bir şekilde oradan ayrıldım ve okun geldiği yöne doğru adımlarımı olabildiğince attım. Bu büyük boş alanı çevreleyen sık ağaçlar beyaza bürünmüşlerdi eğer şu anki ilmim olmasaydı buranın Buzlar Ülkesi olduğuna inanabilirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAROBİS (TAMAMLANDI)
FantasyTanrı kurdun rahmine yerleştiğinde gökyüzü yeryüzüyle bir oldu. Yeryüzünde doğan bir fitne yeraltıyla bir olduğunda yok oluş günü geldiğini ilan etti. Tanrı ve Tanrıçaların aşkı gökyüzünden taştı. Kayra Han yeryüzünü düzene sokmak istedi, bir şeh...