1. Bölüm: Tanışma

15 4 0
                                    


Umbra dağı, diğer bir deyişle unutulmuşların dağı, içinde sahipsiz ruhların dolandığı anlatılarıyla ünlüydü.

Krallığın kuruluş döneminde pek çok savaşa ev sahipliği yapmasının sonucunda gerek halkı, gerekte kendisi çok zarar görmüştü.

Bir rivayete göre, altında ceset kalıntısı bulunmayan tek bir karış toprak bulunmazdı.

İşte bu yüzden lanetli olarak tabir edilirdi. İnsanlar değli yanına yaklaşmak, dağı uzaktan görünce bile huzursuz olurdu.

Fakat bu dağın yerel halkından kurtulan iki elin parmağını geçmez insan, memleketlerinden vaz geçemeyerek dağın eteklerine yeni bir köy inşa etti.

Sanılanın aksine rivayetler gerçek değildi. Dağ her ne kadar yıpranmış olsa da tıpkı bıraktıkları gibiydi.

Büyüleyici gölleri, yamaçları, şelaleleri ve akar sularıyla saklı bir cennetti. Yerli halk bir daha böyle bir felaket istemediği için büyük bir bencillik yaptı.

Söylentileri yalanlamak yerine daha da körükleyerek insanları saklı cennetlerinden uzak tuttular.

İşte Athanastia da bu dağın minik sahibiydi. Bacak kadar boyuyla bütün dağı ezberlemiş, en ulaşılamayacak noktalarını mesken edinmişti.

Siyah saçları ve dağın bitkilerinden kaynaklanan genetik bir bozukluğun sebep olduğu beyaz gözleriyle tipik bir Umbra yerlisiydi.

Her zamanki gibi dağın arka tarafındaki yamacına çıkmış, şifalı ot topluyordu. Sepetindeki otlara baktı. "Bu kadar yetmez ki." Diye mırıldandı. Daha fazla toplaması gerekti. Fakat gün bitmek üzereydi ve hiç kimse geceleri Umbra dağında tek olmak istemezdi. Hele ki bu küçük bir kızsa.

Üzerine yapışan otları temizledi ve koşar adım ağaçlık alanın içine daldı. Daha bebekken bile babasıyla buralarda uzun yürüyüşlere çıkarlardı. İç çekti. O günleri öyle çok özlemişti ki.

Umbra dağı çok büyük sayılmazdı. Fakat göz alabildiğince düz topraklara sahip İnvictus krallığında uzaklardan bile göze batan bir detaydı.

Seri adımlarla ezberlediği yolda ilerledi. Bir yandan en azından birkaç tane ot satabilmek için dua ediyor, bir yandan da topladığı otların düşmemesi için sepetin kapağını kapatıyordu. Yirmi dakikanın ardından köyüne ulaştığında direk merkezde bulunan pazara ilerledi. Fakat görmeyi beklediği manzara yoktu.

Genelde pazarlar gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürerdi. Haftada bir kurulan pazar, köy halkının en az yarısının geçimini sağlardı. Fakat gün yeni batmasına rağmen pazar toplanıyordu. Yumruğunu sıktı. Sadece sabah biraz daha fazla uyumak istediği için bu kadar geç kalmıştı.

Şimdi ne yapacaktı? Annesine ne diyecekti? Elini guruldayan karnına koydu. Ne yiyeceklerdi? O sırada gözü bir domates tezgahına kaydı. Oraya ilerledi. "Pazar neden erken kapatılıyor abla?" Kadın küçük kıza döndü. "Yarın prens gelecekmiş. Ona hazırlık yapılacak. Ömrü hayatımda böyle şey görmedim. Nereden çıktı ki bir anda? Ya gelip yaşamımıza burnunu sokarsa?"

Kadın kızdan çok kendine anlatıyor gibiydi.

Kız kaşlarını çattı. Prens mi? Daha bu köyün dışından bir insan bile görmemişti. Şaşkınlığını bir kenarı bırakıp eline arta kalan birakaç domatesten birini aldı. En büyüklerinden olmasına özellikle dikkat etti. "Peki bu domatesler ne kadar?" Kadın hâlâ durumu düşünürken yanında duran oğlu cevapladı.

"Üç bakır." Bir yandan domatesi inceliyormuş gibi yaparken bir yandan da söylendi. "Yapma ya. Ne ara o kadar pahalandı?" Bu sefer kadın söylendi. "Yapacak bir şey yok. Alacaksan al. Almayacaksan bizi oyalama." Kadın tezgahın altından çıkarttığı kasaya kalan domatesleri doldurmaya başladı.

AthanastiaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin