3. Bölüm - Brian

4 0 0
                                    

İçeri girer girmez buranın bir yerden bana tanıdık geldiğini fark ettim. Lobinin aşırı yüksek tavanından dev gibi bir avize sarkıyordu. İçerisi, dışarıdan göründüğünden daha büyüktü. Tam karşıda neredeyse lobinin bir tarafından diğer tarafına uzanan bir resepsiyon masası vardı. Sanki bu masanın arkasında yüzlerce kişi çalışıyordu. Tabiki burada da hiç kimse yoktu, hiç kimsenin olmamasını bırakın, burası resmen terk edilmişti. Muhtemelen insanlar birden değil de yavaş yavaş yok olmuştu. Çünkü marketin aksine burada kavga izleri vardı. Yerlerde ve duvarlarda kurumuş kan lekeleri, kusmuklar ve daha ne olduğunu bilmediğim kim bilir ne izleri vardı.

Masaya doğru gidip işime yarayabilecek kart, anahtar ve benzeri personel eşyalarını çantama doldurdum. Umarım bu kartlar ve anahtarlar her yere giriş sağlıyordur. Resepsiyonun bittiği yerde karşılıklı sıra halinde yaklaşık on asansör vardı ve hepsinin kullanım amacı üstünde yazıyordu, ayrıca bir çoğunun kapısı da duvarlar gibi kanla kaplıydı. Tekil katlara çıkmak içim, çift katlara çıkmak için, görevliler için, yalnızca laboratuvar katları... Dur biraz, laboratuvar mı? Bunu okur okumaz içimde bir şeyler hissettim. Laboratuvarın bu otel benzeri yerde ne işi var ki? Hem ayrıca, neden bu kadar rahatsız hissediyordum ki? Çalışmasını umarak laboratuvar asansörünün düğmesine dokundum. Bu kadar harabe bir yer için şaşırtıcı bir şekilde çalışıyordu. Asansör gelince içine girdim. Yalnızca iki düğme olduğunu gördüm, tam elimi düğmelerden birine basmak için uzatmıştım ki duraklardım, bu iki düğme de bir anahtarla basılabilen düğmelerdendi. Asansörde kat veya laboratuvarların nereden olduğuna dair hiçbir ipucu da yoktu. Kahretsin! Hemen asansörden çıkıp merdivenleri aramaya başladım, Birkaç tur attım fakat yukarıdaki asma kata çıkan merdiven haricinde bir şey bulamadım.

Her kata çıkan iki asansörden birine yöneldim. Burada resepsiyondan aldığım kart işe yaramıştı. Kartı okutup asansörü çağırdım. Filmlerde duyulan o klasik "ding" sesiyle kapıları açıldı. Asansöre bindim fakat, farkında olmadan 24. Katın düğmesine basmıştım. Bilinç altımın bildiği bir şeyler vardı.

Yine o "ding" sesiyle kapı açıldı. Öne doğru bir adım atıp ürkütücü koridora çıktım. Koyu yeşil ve lacivert karışımı çok çirkin bir renkle boyanmıştı. Önce sağıma, sonra da soluma baktım. Asansör beklediğim gibi dümdüz karşıya doğru ilerleyen bir koridora açılmamıştı. Bunun yerine bakıldığında sonu görülemeyen bir koridora çıkmıştım. Karşılıklı duvarlarda da altlarında kim oldukları yazan sıra sıra porteler asılıydı. Bunların kimisi fotoğraf, kimisi de çizimdi. Işıkların büyük çoğunluğu düzgün bir şekilde çalışmıyordu. Kimisi hiç yanmıyor, kimisi de göz kırpıyordu.

Neden olduğunu bilmeden otomatikman sağa yöneldim. Resmen koşarcasına yürüyordum. Garip bir biçimde -Brian, sen neden bahsediyorsun? Garip bir şekilde de ne demek? Şu anda garip olmayan bir şey var mı ki?- kapıların hepsinin farklı renk olduğu dikkatimi çekti. Sanki kalanların kapıları istedikleri renklere boyayıp, istedikleri şekilde süslemesine izin veriliyordu. Birden aşırı derecede sinirli olduğumu fark ettim, kime ya da neye öfkeliydim ki? Brian, gittikçe delirmeye başladın. Buradan kurtulmak için sakin olman ve dikkatlice düşünebilmen lazım. Bir şekilde Brie'ye ulaşmalıyım. İyi olduğundan emin olmalıyım. Brie! İyi mi...sin? Aniden durakladım. Bu kapı neden bu kadar tanıdık? Ve yanındaki? Diğerlerinin aksine bu kapı soluk bir renkle boyanmamıştı. Bu kapı capcanlı bir kırmızıydı, yandaki kapı ise çok güzel bir turkuaz rengindeydi. Kırmızı benim, turkuaz ise Brie'nin en sevdiği renkti. Bu kapıda yandaki gibi kart okuyucu ve anahtar deliği yoktu. Bu, biraz şaşırmama sebep oldu. İçeri nasıl giriliyordu ki? Kapı kolunu denedim ancak tam beklediğim gibi kapı açılmadı.

Yandaki odadan önce buraya girmem gerektiğini hissediyordum. Bu yüzden kapının çerçevesinde herhangi bir şekilde içeri girmemi sağlayacak bir şey bulabilir miyim diye kontrol etmeye başladım. Nefes nefese kalmıştım, fakat bir şey bulamamıştım. Yapacak bir şey yoktu, hissettirdiği gariplikten dolayı kullanmaktan nefret ettiğim için 11 yaşımdan beri doğru düzgün kullanmadığım duvardan geçme gücümü kullanma vakti gelmişti.

Fakat bundan önce kapıyı kırmayı deneyecektim. Güçlü bir tekme attım ve sanki tahta bir kapıya değil de saf çelik bir kapıya vurmuştum. Canım o kadar acıdı ki ayağım kırılmadığı için şanslıydım. Hadi bakalım Brian, nefret ettiğin o gücü kullanmanın vakti geldi. Uzun süredir kullanmadığım için bir deneme yapmam gerekiyordu, gözlerimi kapatıp iyice konsantre oldum ve sağ elimi uzatıp kapıdan geçeceğini umdum. Sonuç beklediğim gibi olunca yavaşça bir adım atarak içeriye girdim. Girer girmez bir dizimin üstüne tökezlemiştim ve ardından da yere kustum. Tam kafamı kaldırmıştım ki anılar hafızama akın etmeye başladı.

İkizlerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin