Bir insanın ruhu yorgun olduğunda ne kadar dinlenirse dinlensin yorgun hissetmekten alıkoyamıyordu kendini. Tıpkı bir insanın ruhu kirlendiğinde fiziki olarak yaptığı hiç bir temizliğin temiz olmaya yetmemesi gibi.
Ben ruhu yorgun olandım; her alternatifte kaybetmekten yorulmuş olandım. Mina ise ruhu kirli olandı; ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın önünde sonunda maskesinin ardındaki gerçek ortaya çıkıyordu. Maskesi her ortaya çıktığında ise suçladığı tek kişi ben oluyordum. Kendi ruhunun acizliği yüzünden yaşadığı her şeyi sorumlusu olarak beni görüyor olması artık iyiden iyiye psikolojik olarak iyi olmadığını düşündürtüyordu bana.
O yüzden hepimiz için en iyisini yapmaya karar vermiştim.
Dersten çıkmış kantinde oturuyor ve iki saat sonraki dersi bekliyordum. Eğer devamsızlığım bu dersten sınırda olmasaydı bir dakika bile kalmazdım burada ancak ne yazık ki bu lanet bakışlara da lanet fısıltılara da sanki hiç biri umurumda değilmiş gibi katlanmak zorundaydım.
Yorgun olduğumu gösterme hakkı hiç tanınmamıştı bana.
'Sabah ki gösterin etkileyiciydi'
Arkamdan gelen sesle irkildim. Sesin kendine has kadifemsi dokusu ve sesteki soğuk tını sesin sahibinin kim olduğunu söylemişti bana ama yine de arkamı döndüm. Jungkook elinde tuttuğu yaklaşık iki hafta önce ona verdiğim kitabımla bana bakıyordu. Belli ki kitabımı getirmişti.
Onu gördüğümde hissettiğim anlık heyecan biraz perçinlenmişti bu gerçekle ancak ne sanıyordum ki, benden bu kadar nefret ediyorken benimle muhabbet edeceğini falan mı?
'Derdim gösteri yapmak değildi. Kaybetmenin ne demek olduğunu, nasıl hissettirdiğini bilmiyorsun' dedim sesimdeki kırgınlıkla. Kırgınlığım ona değildi ama yine de beni anlamasını istiyordum. Kalbimin ne kadar ezik büzük, yara bere içinde olduğunu görmesini istiyordum. Üstelik bunu görmesini istediğim tek insandı o.
'Doğrudur' dedi umursamazlıkla. Doğru ya, unutmuştum ama o, o gün bana gözlerini ve kulaklarını kapatmıştı. Beni görmüyor ya da duymuyordu. 'Neyse ki sende ihanetin nasıl hissettirdiğini bilmiyorsun.' diye devam etti.
Benimle acı yarıştırma, onu da gayet iyi biliyorum demek istesem de sustum. Onu sinirlendirmek istemiyordum çünkü birkaç dakika bile olsa daha uzun konuşmak için her şeyimi verebilirdim. Günlerdir ilk defa onunla konuşurken tamamlanmış hissedebiliyordum.
'Biraz vaktin varsa konuşabilir miyiz?' diye sordum o yüzden. Beni dinlemesi gerekiyordu.
'İki saat kadar vaktim olduğunu biliyorsun ama seninle konuşmak istiyor muyum emin değilim. Yüzünü görmeye bile tahammülüm yok. Kitabını getirdim sadece.'
Cümlesinin sonunda elindeki kitabı kantin masasının üzerine bırakmıştı. Söyledikleri bir kez daha kırdı kalbimi. Belli etmemek artık o kadar zordu ki kollarımı kendime sarıp bağıra çağıra ağlamamak için kendimi zorlukla tutuyordum.
Kitabı bırakıp çekilecekken bileğinden tuttum. Yukardan bana bakıyordu şimdi iğrenmiş ifadesiyle.
'Bana kırgın olduğunu biliyorum ama beni dinlemek zorundasın! Bana kendimi ifade etmem için fırsat vermedin bile.'
Jungkook bileğini elimden kurtarıp yerinde doğruldu ve ortama büyük bir kahkaha bıraktı. Bu tavrı hoş hissettirmiyordu ve ben gerilmiştim. O ise kahkahasının ardından eğilip sandalyemin arkasına elini yaslayarak konuşmaya başlamıştı. Günlerdir ilk kez bu kadar yakındık ve kokusunu alabiliyor olmak söylediklerinin kırıcılığına rağmen mutlu etmişti beni. Bir kez daha anladım o an aşk ne lanet bir şeydi böyle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Burn Bridges -Liskook-
Fanfictionİntikam ateşiyle yanan bir kadın kötülük yapmak için ne kadar ileriye gidebilir?