"Kelebek, yükseklerden uçarsa kanatlarının kırılacağını bilmiyor muydu?"
-
Eylülün sonlarına göre oldukça sıcak günlerdi. Okul hala kış formasına geçmemişti, bu seneki turnuvalara katılan sporcular açık sahada antrenman yapıyordu, öğle yemeklerinde genellikle bahçedeki masalar tercih ediliyordu ve en güzeli de yürüyüş alanlarına ekilen çiçekler, kışın gelmesiyle henüz kaderlerine mahkum edilmemişlerdi. Her sene aynı şeydi. Bahçede sorumlu görevliler, kış gelince bahardan kalan çiçeklerin ölmelerine göz yumarlardı. Daha sonra bahar tekrar geldiğinde, yeni çiçekler ekilirdi. Sanki onlar da bir sonraki kış ölmeyecekmiş gibi.
Eski okulumda da aynı gelenek sürdüğünden, küçükken bahçe sorumlularının kardelen aşığı olduğunu düşünürdüm. Kışı dört gözle beklediler, o yüzden ahar çiçeklerini görmedi gözleri.
Altıncı sınıftayken okuduğum okulun bahçesindeki son açelyayı, köküyle dikkatlice söküp sırt çantamda eve götürdüğümden beri, kapalı çiçek bahçem vardı.
Çiçeklerim olduğundan beri ise hiç kimsem.
Güneşli bir gündü bugün. Uzun zamandır yağan yağmurlar, sonunda durmuştu ve kaldırımlar kurumaya başlamıştı bu şehirde. On sekizine basıp henüz ehliyet almamış biri olarak okula servisle gidip geliyordum, aslında o kadar büyük bir sorun değildi çünkü kapında seni hazır bekleyen bir araç varken her gün aynı yolu gidip gelmek sıkıcı olabilirdi ama yine de serviste yüksek sesle konuşup hakkımda konuşan kızları ve bazen arkalarını dönüp sataşanları, her gün aynı yolda araba sürmeyi tercih etmezdim.
Bir de ehliyetimi aksam bile, babama bir araba istediğimden bahsetmek istemiyordum. Belki biriktirdiğim parayı kullanabilirdim, eğer Mina'nın telefonunu kırıp aylık harcamalarıma gidecek parayı ona son model bir telefon almaya harcamamış olsaydım.
Toprakla, çiçekle uğraşan insanların sakin oldukları söylenir, bu koca bir saçmalıktı çünkü saatlerini bahçede harcayan ben, öfkeme tasma geçiremiyordum.
Özellikle de son günlerde.
Böylece sahile yakın bir kafede, Begonya'da, çalışmaya başlamıştım. Bu, ikinci haftamdı ve her şey yolunda gidiyordu beklenmeyecek bir şekilde. Bir aylık ödememi ilk günden aldığım için karşılığında çoğu akşam kafeyi kapatan eleman oluyordum ama bu durum karanlık sokaklarda otobüse binmek dışında çok yorucu yada ürkütücü değildi.
Her şey yolundaydı.
Yalnızca babam yoktu.Ben on birinci sınıfta ünlü bir okula kabul edildikten sonra o, çok sık iş gezilerine çıkmaya başlamıştı ve son iki aydır İngiltere'deydi. Yalnızca yılbaşında gelebilmek için söz verebilmiş olması, olayın önemliliğini ortaya sürüyordu. Yılbaşına daha çok cardı ama belki babamın oralarda çok işi vardı.
Evlatlık olduğunuzda üvey ebeveyninizin sahip olduğu ayrıcalıklar, uzanırken düşünmeden edebileceğiniz şeyler klasmanında olmuyordu. Öyle olsa bile siz öyle görmüyordunuz.
Uyan, güzellik. Annenle baban seni terk etti ve zengin üvey babanı sömürüyorsun. Bazen Mina'nın sözlerine aldırış etmiyor değildim, her ne kadar ondan tüm kalbimle nefret ediyor olsam da. Sadece o günden beri üstüme en çok gelen kişi olması sinirlerimi bozuyordu.
Benim sahip olmadığım her şeye sahipti. Biyolojik ebeveynler, kardeş, aile fotoğrafları. Resmen kız, okul sıralamasında ilk beşteydi ve muhtemelen yurtdışındaki en iyi üniversitelerden kabul alacaktı.
Ben mi? Ellinci olarak sıramı korumaya çalışan bir zavallıydım. Belki sinirlenip kızın telefonunu havuza atmasaydım ve telefon kullanılmaz hale gelmeseydi, akşam vakitlerimi kurtarıp en azından birkaç sıra atlamaya çalışabilirdim ama benden bahsediyoruz. Benden illaki bir sorun çıkmak zorunda.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ikigai, minsung
Fanfiction"Kaybettim seni," diye fısıldadı elinin tersiyle gözyaşlarımı silerken. Sıcak nefesi yüzüme çarpıyor, kış soğuğunda bile ısıtmayı başarıyordu tenimi. "Tarih tekerrür edecek demiştim. 25 Ekim 2008'de kaybettim, 25 Ekim 2020'de bir daha kaybettim. Kay...