Misket•

35 4 0
                                    

Gün doğalı çok olmuştu. Güneş titrek ışıklarıyla güzün haberini vererek bizlere göz kırpıyordu sanki. Esen tiz rüzgarlar, pencere camı aralarından, kapı aralarından evin içine doğru yelken açıyordu. kışın ne kadar zorlu geçeceğini tahmin edebiliyorduk. Hazırlıklar başlamalıydı. Ne de olsa önümüzde bizi bekleyen çetin bir ak örtü vardı. Kış gelecekti ve henüz eşya, erzak bakımında tam değildik. Soba, odun, kömür, buğday, pirinç... Asıl önemli sorunlarımızdı. Babam da bunları bildiğinden canını dişine takıyordu. Hiç izin günü olmadan ardı ardına günleri sıralıyordu. Zor olmalıydı. Fakat buna mecburdu.

Babam her zamanki gibi işe erkenden çıkmıştı. Annem de beni uyandırmaya kıyamamıştı. Koca yatağın içerisinde tek başımaydım. Sıcacıktı. Doğrusu pek de içinden çıkasım gelmiyordu. Fakat karnımdaki açlık gurultusu buna daha fazla dayanamayacağımı söylüyordu. Ona kulak vererek üzerimdeki ağır yorganı sol yanıma doğru katlayarak doğruldum. Yalın ayaklarımla pencereye doğru yürümeye başladım. Soğuk beton ayaklarıma ıslak zemine basmışım hissi veriyordu. Yürürken adım attıkça, bastığım tek ayakta dengede durarak diğer ayağımı okşuyordum. Soğuktu. Bir şekilde ellerimi ayak tabanıma sürterek az da olsa ayaklarıma ısı kazandırmaya çalışıyordum.

Rüzgardan titreyen camdan dışarı baktığımda fokur fokur dumanlar kaynadığını gördüm. Sokağı puslu bir görüntüye bürümüştü. Etrafa baktım. Duman denizi bizim evden geliyordu. Kapıya doğru gittim. Araladım ve ardından burnuma güzel kokular gelmeye başladı. Ezilmiş buğday kokusu ve ardından gelen o güzel sıcak bazı kokusu. Annemlerin kızgın güneş altında yolmada çalıştığı zamanlar geldi gözümün önüne. Şu küçük yaşımda neydi bu toprak özlemi ?
Çocukluğumun en iştah açıcı lezzeti buydu sanırım.

Ocağa doğru yalın ayaklarla yürümeye başladım. Annem tek başına ekmek yapıyordu. Pek alışkın değildim bu görüntüye. Köyde yaşarken komşular birbirlerine destek olup güzel muhabbetlerle, şen şakrak gülüşlerle, anadolu bağrından çıkmış o masalsı türkülerle işi bitirmeye koyulurlardı. Güzel bir anadolu türküsü kulaklarımda Selvi ablanın diliyle dolaşmaya başladı: "Gara treen gelmez olaaa, düdüğünüü çalmaaz olaa.
Yarii gurbeete yoolladım mektubunuu yazmaaz olaa.
Allı geliin al oolaydın, Selviiileere dal oolaydın
Giden geleen yolculardan nazlı yar beni sooraydıın..."
Ekmek yapan komşularımız her türküye beraber eşlik ederlerdi. Fakat bu türküde susarlardı. Çünkü bu şarkının hikayesi Selvi Ablayı anlatır, durur. O yürek yangınını konuşarak tarif edemeyen kadıncağaz, gözlerinden akan pınarlarla ancak bu türküyle haykırabiliyordu. Kalbi, merhameti olmayan anlayamazdı.

Biri kız,diğeri erkek olmak üzere iki çocuğu vardı.
İkinci çocuğuna gebeyken kocası eylül ayında İstanbul'a çalışmaya gidecektir. Adana'da uğurlarlar kocasını. İlk aylar mektuplar gönderir, harçlıklar gönderir. Fakat sonrasında kesilir tüm her şey. Ses soluk çıkmaz. Mehmet ağabey mektup yazmıştır. Ölü ağaçların yeşile büründüğü vakit geleceğinin haberini verir. Yüreklere su serpilir. Serpilen su akarsu olur, hüzün ve keder zamanla beraber akıp gider. Beklenen gün gelir. Koca Mehmet trene bindiği vakit, gurbet elden dönerken kalp krizinden dolayı vefat eder. Selvi Abla tren garında özlemiyle sarılıp, için için koklamak, saçlarını okşamak istiyorken kötü haber gelir. Son sarılışları arafa kalmıştır artık. Ne acı.

*. *. *. *. *. *. *.

*. *. *. *. *. *. *.

Annem pişmiş ekmeği kenara koyarken beni gördü:

"Muniis!" ,"Muniiss!" Diye sesleniyordu. Ocağa doğru bakarken dalmışım eski anılara. İrkilerek anneme baktım Annem:

Hayatım Cebimde Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin