13. bölüm

3K 155 31
                                    

Ölmek...
Sahi neydi ölmek? Ruhun tenden sıyrılıp ayrılması mıydı yoksa canından can çıkar gibi arzudan acı çekmesiyse eğer ölüm,  bunu Halil hep yapıyordu zaten.  Hem de ilk gördüğü günden beri... Sıra kendisine gelince, ölmüş oluyordu demek! Neydi Gülsüm? Taştan kayadan bir varlık mıydı? Ya yüreciğinin çektikleri onlar ne olacaktı?

Hiddetle gözü karardı kızın.  İki öpücüğü tav olmayacaktı.  Herifse herifliğini bilsindi canım! Madem gönlü doluydu öyleyse o gönlü boşaltmadan Gülsüm'e ilişmeyecekti Halil efendi!

Hiç ummuyordu Halil. Kız Hiddetle ittirince sendeledi.  Hani avrat kısmı usul olurdu, hani gelincik çiçeği gibim nazlı olurdu? Bu muydu naz, bu muydu cilve? Gülsüm'ün ettiği kesinlikle ne işveydi ne civeydi . Kızmıştı Hemde çok kızmıştı ama neye kızdığını ah bir bilseydi Halil...

"Ne oldu ki şimcik avrat?" dediğinde tıpkı  ettiği yaramazluktan utanç duyan bir çocuk gibiydi hali. Az buçuk İbrahim'e de benzetmişti halini. Nihayetinde yeğeniydi.

Kız omuz büktü. "Suçlu suçunu bilmezmiş zati!"

Bir anlam veremedi Halil.  Kuzu gibi yumuşacık mizaçlı hatun gitmiş  yerine kedi gibi pençelerini göstermekten çekinmeyen biri gelmişti.  Olacak iş miydi şimdi? Halbuki gönlünü aldığını düşünüyordu Halil.  Yanılmış olması büyük hayal kırıklığıydı. 

"De bahayım ne suçum varmış hele?"

Alay mı ederdi bu oğlan? Essahtan bilmez miydi suçunu? Sol gözünden istemsizce bir damla yaş yanaklarından aşağı süzüldü.  Aklına binlerce soru dizildi yanyana,  irili ufaklı... Çapkın mıydı bu Halil? Hem sevdiğiyle eğleşir Hem de avradıyla mı eğleşirdi? Bu ne doymak bilmez bir gönüldü böyle?

"Get işine herif,  eyleşme benle!"

Kızgın mı yoksa kırgın mıydı, kestiremedi.  Hevesi kursağında kaldı oğlanın.  Canı sıkıldı büsbütün.  Bir kez daha baktı kızın yüzüne,  kız yürüyüp gidecekken kolundan tutup durdurmayı  düşündü ama çabuk vazgeçti.  Gülsüm ateş gibiydi.  Bu hareketi ateşi harlardı ancak.  Kız pencere önünde ki sedire doğru ilerlerken öylece kalakaldı Halil.  Bir zaman elini kolunu koyacak yer bulamadı. Gülsüm'ün bu hareketi zoruna da gitmişti. İçinden,  Ah ulan ah, deyip dişlerini sıktı durdu.  Ah ki ne ah! Bu avrat başka avrattı! O gozelim gözlerde ki isteği görmemiş miydi Halil!  Gözleri gel gel eylerdi, o sivri,  o utan ar bilmez dili git derdi!

Duramadı Halil orada. Ne edeceğini bilmez bir şekilde hırsla dışarı çıktı,  saniyesinde içeri girdi.  Umursamaz karı öylece pencere önünde ki sedirde duruyordu. Hırsla fesini sol eline aldı, sağ elini başına götürüp sıkıntıyla başını kaşıdı.  Duvara toslamıştı sanki! Nerde hata etmişti, hiç bilmiyordu.  Kısacık gözleri kesişti.  Gülümseyecek gibi oldu ama Gülsüm hala kızgın olduğunu bakışlarıyla belli edince mimikleri,  yanaklarında anında dondu. 

"Aş soğumuş,  bostandan garpuz getirecedin ya!"

Gülsüm'ün, iğneler gibi konuşması büsbütün canını sıktı. Bu avratta edep de yoktu! Hiç bir şey söylemeden dışarı çıktı.  Ağır usul merdivenleri indi. Düşünceleri yorulmak bilmiyordu.  Komeç Çiçam demişti ona,  yüreğinde açılan onca yaraya tek sillede merhem olur demişti ama Komeç Çiça, Komeç Çiça olmayı unutup,  ısırgan otu gibi yüreğini dalar dururdu! Istırap içindeydi gönlü.  Bilirdi hatayı en başında yapmıştı.  Ne vardı, Mustafa ağasına kızıp acısını Gülsüm'den çıkarmasaydı böyle olmazdı! Ama ne çare ki etmişti bir hata.  Belki buna hata da denmezdi.  Her şey o kadar ani olmuştu ki olanların hiç birinin hızına yetişemedi Halil.  Nasibine Komeç Çiça düşmüştü.  İyi de düşmüştü amma ki onun ısırgan otu değil derde deva Komeç Çiça olduğunu hatırlatması gerekiyordu.  Ama nasıl?

Alaca kapıyı açtı,  bostan tarafına doğru ilerledi.  Bir kaç iri karıkların üstünden atlayıp bostanlığa ulaştı.  Yengesi mahir kadındı.  Düzeni severdi. Ektiği mahsulleri karmakarışık sevmez, her birinin yeri ayrıydı.  Kabaklar çit boyunca sırası üstüne ekili,  kavunlar ve karpuzlar yan yana sıralı bir şekilde edilmişti.  Hiç bitenin dalı da birbirine değmezdi.  Karpuzların önünde durdu.  Gözüne kestirdiği bir karpuzu kontrol etti.  Henüz olgunlaşmamış olduğuna karar verince dikkatlice toprağına bıraktı.  Çok aramadan buldu istediği gibi bir karpuzu. Usulca kopardı.  Topraktan çok ayırmadan düşürdü ellerinden.  Telaşla aldı karpuzu yerden. Hasarı var mı baktı.  Artık ne kadar olgunlaşmışsa karpuz yere değer değmez çat diyeçatlamıştı! Canının sıkıntısı az gibi biraz da buna üzülecek gibi olduysa da vaz geçti!

Bulmuştu çareyi! Neden aklına daha önce gelmemişti ki! Evvela yarasını açıp gösterecekti.  Madem yaralarına şifa olsun diye almıştı ağası Komeç Çiçağini öyleyse nasıl bir yaraya şifa olacağını görmeliydi.  İçi huzurla doldu.  Karpuzun çatlağını yukarı doğru çevirdi, emin adımlarla eve doğru ilerledi. 

İnsan dert ettiklerini atınca ne kadar da hafifliyormuş meğer! Huzurun kokusu şimdiden yüreğine dolmuştu.  Merdivenleri neşeyle ikişer ikişer çıktı.  Kapı ağzından karpuzu uzattı.

"Avrat bah hele!"

Çabucak geldi Gülsüm ama yüzüne bakmıyordu.

"Gırıldı, sulanmadan doğra zahanlara"

Kızın cevabını beklemeden koşar adım indi merdivenleri.  Kuyuda sarkılı ayran testisini alıp çabucak eve döndü. 

Ayranı Gülsüm'e uzatırken, "Çağırayım mı Çolak Ağamı,  hazır mı sofra?"

"Hazır," dedi Gülsüm usulca.  Sinirinin geçtiğini anladı Halil.  İşte bu iyiydi.  Çolak Ağanın kapısının önünden seslendi Halil.

"Ağam,  sofra hazır. Buyurasın."

Çok sürmedi kapı gıcırtıyla açıldı.  Kapı aralığından Çolak Ağa göründü.  Gözleri anında pencere önünde ki sedirde kurulu sonrayı buldu.

"Neye zahmete soktun gelini bre Halil?"

"Estağfurullah Ağam,  ne zahmeti! Duymamış olam..."

Adam boynunu büktü. Mahcup hissediyordu.  Aylarca evlerinde kalmış,  aşlarını paylaşmıştı. Sofra başına bağdaş kurup oturacaklardı ki, "Sofranız bereketli ola!"

Yabancı erkek sesini duymasıyla,  Gülsüm hemencecik kendine çeki düzen verdi.  Burnunun üzerinde yanaklarını sarıp sarmalayan yaşmağını sıkılaştırdı.  Bakışları ayaklarının ucunda gelenleri hürmetle bekledi. 

Oturmadan ayaklandılar.  Hüseyin'di gelen.  Hemen ardında da Abdullah ve Mustafa vardı. 

"Hele gardaşım buyurasın, Hoş geldin sefalar getirdin." Sevinçten yere göğe sığmıyordu adeta Halil. Düğünleri olduğu günden beri ilk defa geliyordu evlerine Hüseyin.  Halbuki küçüklükten beri aynı yastığa baş koymuş,  aynı aşa kaşık sallayıp,  aynı derdin acısını paylaşmışlardı. 

Sarıldı iki delikanlı. Abdullah'a da, Hoş geldin, deyip tokalaştı Halil.  Sofra iki kişinin sığacağı genişlikte olduğu için beşi birden sığamazdı. 

Erkekler yan yana sedirin önünde beklerken usulca yaklaştı Gülsüm.  Aralarında bir,  bir buçuk metre mesafe ya vardı ya yoktu.  Büyükten başlayıp,  en genç oğlana hoş geldin dedi.  Bir gaflet ki kısacık bir an başını kaldırıp oğlanın yüzünü gördü.  Bilirdi bu oğlanı! Dedesini yaralı eve taşıdıkları vakit görmüştü.  Hızla Halil'e baktı.  Boyları boylarına eşti.  Giyitleri bile aynı ustanın elinden çıkmış gibiydi.  Aklı bulanır gibi olmuştu.  Ak atın üstünde görüp,  gönül verdiği yiğit essahtan Halil miydi?

"Hele gardaş,  tutasın şunun ucundan da yere indirek..."

Herifinin sesiyle kendine gelir gibi oldu.  Çabucak adımları geri geri  üç beş adım gitti, uzaklaştı.

Sofra bezinin iki köşesinden Hüseyin,  diğer iki köşesinden de Halil tuttu,  indirdiler yere.  Taze gelin çabucak iki üç kap kaşık çıkarıp koydu sofraya. Aklı almıyordu.  Hangisine gönlünü kaptırmıştı Gülsüm?

Not:Adet gereği bir avrat,  erkeğin yanından ayrılırken önünü dönüp didemezmiş.  Önce üç beş adım geri geri çıkılıp, uzaklaştığı an düz adımda ilerlermiş. Gelinliğin en önemli kurallarından biri budur.

Bir Kara Sevda Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin