Nergisten bir soluk aldı, ciğerlerine, hücrelerine dek çekti, içi nergis bahçesine döndü.
Gece gibiydi oysa içi, yüzü, gözleri. Kara bir gece gibi, kararmaya başlamıştı. Ölümü kuruyordu günlerdir. Çok da zevk duyuyordu yaptığından. Kim bilir, belki de bundan, ölümü çokça kurmasından, gün geçtikçe donuklaşıyor, az konuşur, hatta konuşmaz oluyordu.
İçkisiz geçmiyordu geceleri. Günaşırı nergis alıyor; şarap şişelerinin içine koyduğu nergislere şiirler yazıyor, şarkılar söylüyordu. Ne güzel şiirlerdi, ne güzel şarkılardı onlar. Nasıl da anlamlaşmış, değerlenmişlerdi yaşamın, anlamını yitirip değersizleştiği noktada!
Saçlarını iki yana salladı, dağıttı, saçlarını okşamak istedi o an, okşayamadı, sormak istedi, saçlarını yolmakla bir yere varamayacaktı elbet, biliyordu, yine de istiyordu. Kim okşadı, sormak istiyordu, sonra yolmak.
Gözleri torbalanmaya, çukurlaşmaya başlamış, elleri titrer olmuştu. Sessizleşmesi, ölümü kurması gibi, bunu da "yaşlanması"na bağlıyordu. Yaşlanmakta olduğu düşüncesi keyif veriyordu ona. Yaşlanmayı, yavaş yavaş kararmaya benzetiyordu.
Uyandığında aynada, şişmiş, çirkinleşmiş yüzünü seyrediyor, çatallaşmış sesini dinliyordu. Sustuğu an, her şey susuyordu. Evin bütün duvarları, bütün odaları, sessizleşmeye, yalnızlık senfonisi çalmaya başlıyordu. "Kendi kendime kaldım," diyordu, "yalnız bile değilim artık!"
Nasıl yürüyordu sokakları, evine döndüğü gecelerde, nasıl çıkıyordu merdivenleri, eski bir yüz görmek -yüzü geç- bir tanıdık yazı bulmak - onu da geç- hiç değilse bir iz, küçük bir iz yakalamak.
Duvar saati çoktan durmuştu, çalışmıyordu. Bir yazı okumuştu: "Bir evde saat var, çalışmıyorsa, orada bir ölü vardır." Doğruydu, yaşamla arasında olan köprüler yıkılıyordu birer birer.
"Tükendim," demişti kız, "birbirimizi tükettik ölüm."
"Tükettik," dedi yine, mantosunu, siyah mantosunu giydi, anahtarını almadı, yırtmaya yürek bulamadığı resme bakıp "son köprü" diye geçirdi içinden. Kapının sesi, ardında yağmurun bırakarak... Yiten nergisten bir soluk aldı.