Lacivert gökyüzünün geceyi üstüne bir örtü gibi sararak siyaha döndüğü esnada geniş balkonun yüksek tırabzanlarının önünde durmuş, gecenin uçsuz bucaksız manzarasını seyrediyordu. Pek çok savaştan çıkmışlığın yükü bastırmıştı bu gece omuzlarına. Belki en zor günleri geride kalmıştı, belki en zorları başarmışlar, en imkansız görülen yollardan gidip kanıtlamışlardı kendilerini, belki de en zorlu sınavlardan geçmişler, hep daha fazlasıyla sınanmışlardı. Buraya gelmek hiç kolay olmamıştı, hayat pek de iyi davranmamıştı belki onlara fakat şimdi yeni bir dönem başlamıştı hayatlarında. Çok büyük sorumluluklar, görevler yüklenmişlerdi...
"Tecrübesizliklerini" fırsat bilip saldıranlar bilmezdi ki onlar en zorlu savaşlarından başarıyla çıkmışlardı. Bilmezlerdi ki kolay olmamıştı donmuş gecelerden, cehennem gibi gündüzlerden geçmek; çatlamış dudakları, yaralı bedenleri eğersiz atların sırtında, bedenleri üryan... En çaresiz anlarında bile umudunu yitirmeden, yenilgide bozguna kapılmadan, zaferde kendini kaybetmeden... Pranga vurulamayacak cesaretlerini ve iradelerini çelik bir zırh gibi kuşanmışlardı, akılları yeterdi! Bilmezlerdi ki ayak bastıkları her yerden sürülmek pahasına vermişlerdi bu savaşı, sürüle sürüle sürmeyi öğrenmişlerdi. Bilmezlerdi ki görüldükleri her yerde öldürülmek pahasına vermişlerdi bu savaşı, öldürüle öldürüle öldürmeyi öğrenmişlerdi. Bilmezlerdi ki kılıcın, aklın, yüreğin, sadık ve asil kaplerin yardımı ve birliğiyle, onlara inanalarla; yaşam ve ölüm, adalet ve hayal kırıklığı, huzur ve acının savaşında "kazanan" olmuşlardı. Bilmezlerdi ki Çin'in ipeğine, Rus'un fitnesine kanacak yoktu artık...
Onur anıydı, kudret günleri, övgü zamanı... Kazanmanın gururu olsa da üstünde, bakışları hüzün doluydu bugün. Kazanmak için kaybedenlerin hüznü vardı gecenin karanlığında rengi daha da koyulaşan gözlerinde... Savaşta ölenler, bu uğurda can verenler, kendini feda edenler için duyduğu kederi; bu yolda acı çekmiş olan herkes için de duyuyordu. Acının onlarca türü, her birini yaşayan yüzlerce insan vardı. Fakat kalbinde duyduğu kederin yanında, sonsuz bir şükran da vardı: "Büyüklük gösterip bizi kabul ettiğiniz, gönlünüzü açıp bize inandığınız, güvendiğiniz; aklınızı aklımıza, cesaretinizi cesaretimize kattığınız, yolumuza yoldaş olduğunuz ve merhametinizi birbirinizden esirgemediğiniz için minnettarız..." Her şey için, en çok minnettar olduğu kişiye bakarak tamamlamıştı sözlerini.
"Gayrı Türk'ün Türk'ü köle yaptığı, Türk'ün Türk'ü kırdırdığı günler bitmiştir!" demiş, kan kesmiş toprağı avuçlayıp başından serpmişti. Herkes karşılarında korkuyla hükümlerini beklerken onlar savrulan toprak kadar değersiz olduklarını ve onlara inanmış olanlara duydukları minneti göstermek istiyorlardı. İktidarı kılıçla fethedebilirlerdi ama onu gerçekten kazanmanın yolu gönülleri fethetmekti! Atılan nidalar, edilen sadakat yeminleri yüreklerden, en derinlerinden geliyordu...İki küçük çocuk kalabalığın arasından koşarak sıyrılıyor, şen kahkahalar atarak onlara doğru geliyordu. Onları fark edenler taze hükümdarlarını korumak için önlerine geçecek oldular fakat bu iki heyecanlı çocuk öyle heyecanla, öyle hızlı koşuyorlardı ki onları durdurmak mümkün olmadığı gibi yüzleri de seçilemiyordu. Elini kaldırdı, onlara dokunmamalarını söyledi. Yanlarına ulaştıklarında iki çocuk da aynı anda ikisine birden sarılmaya çalıştı. Ufak kollarıyla gösterdikleri bu çaba görülmeye değerdi. Sel olmuş kalabalığın sesi azaldı, herkesin gözleri onların üzerindeydi.
Az vakit geçince fark ettiler ki çocuklardan oğlan olanın sol kolu kalkmaz, kız olan kolunu arkasından uzatmış, eli olmayana el olur... O iki küçük çocuğun yüzlerini gördüklerinde emin oldular kendileri olduğundan... Eğer bu bir sanrıysa tüm insanlar aynı sanrıyı görüyor demekti.
Henüz umutları kırılmamış, gözlerinden yaş akmamış, neşelerine dokunulmamış, duyguları örselenmemiş o çocuklar gözleri parlayarak bakıyordu ikisine... Bu savaş sadece Tılsım, Evren, Çolpan, Toygar Han ve onlarca masum için adaleti sağlamamış; onlardan çalınan zamanı da geri mi getirmişti?