Gidenin pek umrunda değildi, biliyordu. Ancak kalanın... Yapamıyordu. Dönüp dolaşıp aynı yere varıyordu. Bir döngü olmuştu kendisi için sanki. Sanki o yaşanmamış ihtimallerin, hayallerin, hayatların yaşanacağı, yaşandığı bir dünya vardı kendisi göremesede. Evet, herşey o kadınla alakalıydı. Nereden çıkmıştı, nereden tanışmıştı o kadınla? Tüm hayatını böylesine etkilemesi ne büyük bencillikti. "Belki de suç o kadında değildi. Belki de suç bendeydi, çünkü buna izin verdim. Kalbimi, hayatımı, hayallerimi, neyim varsa önüne koydum, ona göre şekillendirdim." diye kendi kendine konuşuyordu adam. Psikolojisinin bozulduğu aşikardı. "Bunca zaman sonra, tam unuttum derken yeniden bir şekilde karşıma çıkmayı başardın, belki de hiç gitmedin benden." diye devam etti kendisiyle konuşması. Hiç kimse onu unutturamıyordu, hiçbir şey etkili olamıyordu. Artık düşüncelerinin son bulması gerekiyordu. Birkaç saate teslim etmesi gereken bir tezi vardı adamın. Karanlıkta o kadar uzun süre kalmış olsa ki gözleri dijital saatten gelen kırmızı 05:24 sayılarından bile yoruluyordu. Biyoloji son sınıf öğrencisiydi. Tezi ise bir zamanlar beyinde yer edinmiş bir duyguyu tekrardan gün yüzüne çıkarma konusu üzerindeydi.
"Neticede beyin duyu organlarının yardımıyla her şeyi kodluyor ve kara kutusuna kaydediyordu. Biber acıdır, ateş sıcaktır, yağmur damlaları ıslatır. Peki ya duygular? İnsan üzülünce nasıl tepki verir? Mutlu olunca, sevince, aşık olunca... Hepsi kesinlikle beynimizdeki kara kutuya kaydedilmiştir. Sizi çok mutlu eden bir anınızı düşününce istemsizce gülümser, üzen bir anıyı düşününce sanki olay şimdi yaşanıyormuş gibi hissedersiniz. Aşk dediğimiz o hormon salınımı da beynimizin sanki hiç üzücü anısı yokmuşçasına sürekli gülümsememizi sağlayan bir çeşit hastalık değil midir? Beynimizin bize oynadığı bir sürü oyun vardır; halüsinasyonlar ve jetlag bir numaralı örneklerimiz sayılabilir. Madem öyle, beynimizdeki kara kutuya inip geçmişte yaşadığımız o duyguyu, aşkı, sonsuza dek canlı tutma hipotezi hipotez olarak kalmamalı..." 2-3 saatlik uykunun izlerini taşıyan şişmiş kırmızı gözlerini en sevdiği profesörün gözlerine odaklamış bir şekilde anlatıyordu adam.
"Kusura bakma sözünü kesiyorum. Bu söylediğin birçok alanda ses getirecek bir düşünce ancak sence de etiğe ters değil mi? O insanın özgür iradesini elinden almış sayılmaz mısın böyle yaparak?" Profesör bağırmadan söylemiş olsa da koca amfide yankı yapmıştı. Sadece profesör ve kendisi vardı amfide, şimdi havada ağır bir ciddiyet de seziliyordu.
"Etik, etik, etik..." diye tekrarladı adam azalan bir ses tonuyla. Profesörün bilgisayarından kısık sesle açılmış olan Sail To The Moon işi felsefi boyuta taşıyor gibiydi, sanki bir tiyatro sahnesindeydiler.
"Sadece daha önce yaşamış olduğu bir duyguyu yeniden gün yüzüne çıkarmayı hedefliyorum, daha önce yaşamamış olduğu yabancı bir duyguyu değil. Ve tabi ki kendisinin de izni doğrultusunda gerçekleşecek." diye devam etti adam. Gözlüklerinin üstünden adamın direkt gözlerinin içine bakan bakımlı, 40'larının ortasında olmasına rağmen belki de makyajının etkisiyle hâlâ çok genç duran profesör tatmin olmamış bir edayla: "Her şeyi geçtim, sence bunun gerçekleşme olasılığı nedir? Daha önce kimsenin aklına gelmemiş midir sence de?"
Adam: Daha önce kimin aklına gelip gelmediği umrumda değil. Ben bu düşüncemi gerçekleştireceğim. Tabi ki sizlerin de yardımıyla, dedi adam.
"Hâlâ unutamadın mı?" diye sordu profesör, alacağı cevabı biliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hikayemin Sen'i
RomanceBitmeyen bir şey göster bana, dedi kadın. Sana olan aşkım bitmedi, sonsuza kadar sürecek, dedi adam. Kendisini bir zamanlar kendisinden çok seven o kadın yoktu sanki karşısında, keşke olsaydı! Çok takıntılı bir aşık bir o kadar da zeki ve zengin o...