Ona toz konduramıyorsunuz ama, kendini peygamber yerine koyuyor bu adam.

1 0 0
                                    

     Köy otobüsünden inmiş, dalgın dalgın yürürken sargılı eline bakıyor, sıkıntıdan ne yapacağını bilemiyordu Gökhan. İlçeye pansuman yeniletmeye gitmiş, tedavisine geç kalındığından, bu tip yaranın geçmesi epey sürer demişlerdi. Doktorun söylediğine göre, müdahaleye çok geç kalındığından yaraya dikiş atılamamış, bir aya kadar ancak kapanacağını bildirmişti. Dikişsiz yara yeri açık kaldığından, geçse bile bu izi elinin içinde hep taşıyacaktı. Üstelik yara kendini toplarken, sanki parmağının birisi, eskisi gibi kapanmıyordu. Esra aklına geldi. Okulunu bitirmiş, şimdilik köydeydi. Ne iş yapacağına karar verememişti. Gıda Mühendisi olmuştu ama şimdilerde öyle hemen iş bulunmuyordu ki. Ekmek aslanın ağzından kuyruğuna doğru çekilmişti deyim yerindeyse. Belli mi olur... Bursa'ya gider, yemek şirketlerinden birinde işe başlayabilirdi. Ama şimdilik böyle bir düşüncesi yoktu bildiği kadarıyla.
     Hiç arkadaşı yoktu doğru dürüst buralarda Gökhan'ın. Bir Siyaset Emin vardı ama... Şimdi bu kafayla siyaset muhabbeti çekilmezdi. Hava sonbahara döndüğünden, çağlayana yüzmeye de gidemiyordu. Hoş, yalnız gitse de tadı çıkmıyordu. Bir Çağla kalmıştı buralarda arkadaş olarak köyde. Esra ile kavgalıydılar. Çağla aklına gelince zoraki gülümsedi. İyi ki sonbahar gelmişti. Yoksa bir tutturuyordu yüzmeye gidelim diye, başının etini yiyiyordu. Elif Hanım da kızını destekler şekilde konuşunca, onları atlatana kadar akla karayı seçiyordu. Havalar soğumuştu da bu dertten kurtulmuştu bir bakıma. Birden onun adını çağıran sese doğru döndüğünde, yanında Çağla ile birlikte, Elif Hanım bahçe kapısından ona sesleniyordu.
     "Gökhan oğlum, nasılsın?"
     'Ahha, yakalandık işte' diye içinden geçirdi Gökhan. "İyiyim Elif abla, sizler nasılsınız?"
     Birden Gökhan'ın sargılı elini gördü Çağla. "Aa... Anne bak! Gökhan'ın eline."
     Of ya, nerden de gördüler? Ne kadar önemsiz bir yara dese de ana kız rica minnet onu içeri çağırmışlar, ilgileniyorlardı. "Ah be oğlum... Nasıl yaptın bunu? Hemen doktora da gitmemişsin. Yazık, yara izi kalacak." Gökhan hiç cevap vermiyor, tepesinde vızır vızır ana kızın ahlarını vahlarını dinliyordu. Biri bırakıp biri devam ediyordu konuşmaya. Gökhan bu sıkıntıdan kurtulmak için hemen konuyu değiştirdi, "Sahi, Nihat'tan haber var mı Elif abla?" dedi elindeki pansumanı değiştiriken. Nihat'ı sorunca, ana yüreği işte hemen gözleri sulanıverdi. "Yok Gökhan'ım. En son konuştuğumuzda, 'anne, sık sık sizleri arayamam. Dağlara gidiyoruz. Belli olmuyor, bir ay gelmediğimiz oluyor bazen. Beni merak etmeyin' demişti ama gel de bana sor." derken annesi, Çağla ise ayrı bir teldeydi. "Gökhan, duymuşsundur belki. Gazetecilik okuyorum." dedi ona damdan düşer gibi. Kendini illâ ki övecek ya. 'Esra şimdi burada olsaydı, çok güzel bir cevap verirdi ama' diye içinden geçti. Bak yine Esra gelmişti aklına. Ne kadar unutmak istese de bir türlü atamıyordu kafasından. Birden hatırladı okuduğunu onun da "Haa, şeyy... Tabii Çağla, biliyorum, annen söylemişti." derken, Elif Hanım da onun sevdiği çöreklerden, dızmanalardan getirmiş, ocaktan çayı getirmesini Çağla'ya işaret ediyordu ama kime söylüyordu ki? O kendi havasındaydı. Kedi gibi mır mır mır, Gökhan'ın kulağının dibinde kafasını şişiriyordu. Gökhan durumu farketmiş, Elif Hanım elinden tepsiyi bırakmadan, ona yardım için ocağa koşmuştu. Belki Çağla anlar diye kinayeli bir dokunuş yaptı ama kime söylüyorsun sen onu. "Buyurun Çağla Hanım. Çayınızı nasıl alırdınız?" diye sordu Gökhan tepsiyi uzatırken. Elif Hanım hemen atıldı, "Aa! Bırak oğlum, sen misafirsin, ben yaparım." diyordu ama Çağla oralı bile değildi. Kızının bu çeşit davranışları Elif Hanım'ı çileden çıkarıyordu ama o da ne yapsın? 'Zamane gençleri işte. Yedikleri önünde, yemedikleri arkasında. Evlenince ne yapacak bunlar bilmem ki' diye düşünmeden edemiyordu kadıncağız.
     Zaman çabucak geçmiş, öğle yaklaşmıştı... Gökhan kalkıp kurtulmak istiyor ama bırakan kim? Ana kız bir oradan bir buradan konu açıp açıp duruyorlardı. Esra'dan konu açıldıkça Gökhan duymamış gibi davranıyor veya konuyu hemen değiştiriyordu. Eskiden iki lâfın birisinde 'Esra' diyen Gökhan'ın bu umursamaz halleri garibine gitmişti Elif Hanım'ın. 'Herhalde araları bozuldu. Yoksa Esra'dan başka lâf bilmezdi bu oğlan' diye düşünürken, ne kadar da Gökhan'ı bir oğlu gibi sevse, bu duruma içten içe sevinmiyor değildi. Kendi oğlunun da Esra'ya karşı ilgisini az çok bildiğinden, askerden geldiğinde ikisini evlendirmekti düşüncesi. Bu yüzden Çağla'nın Gökhan'a karşı aşırı ilgisini gördükçe, bir taraftan seviniyordu. Belki tam Gökhan'ın kalbinin kırık olduğu bu dönemde, Çağla da onun kalbinin bir yerlerine girebileceğinin hayalini kuruyordu.
     "Gökhan, çıkıp biraz yürüyelim mi?" dedi Çağla birden. Onun bu sözleri, ta derinlerden, ağır ağır, yapış yapış, sanki suyun altından geliyor gibiydi. Gökhan duyuyor ama ona mı söyleniyor anlamıyordu. Elif Hanım'ın da Çağla'nın bu isteğini destekler şekilde, "İyi fikir. Çağla da yalnızlıktan yakınıyordu zaten." demesi üzerine kendine geldi, daldığı hayallerden sıyrıldı bir an. "Haa, tabii. Olur olur." dedi ama küçücük köy yeri, nereye gideceklerdi ki? Hem havalar yavaş yavaş soğumaya yüz tutmuş, hem de ikisi beraberken olamayacağından, yüzmek bir kenara, gezmek için olsa bile çağlayana gidemezlerdi. Köylük yerde hemen anında dedikodu üretilmeye başlanırdı. Gerçi Gökhan'la çıkacak olan dedikodu Çağla'nın canına minnetti.
     Şimdi ayakları onları öylesine, dereboyundaki cevizliğe doğru götürüyordu. Çağla bin bir lâf yetiştiriyor, daldan dala atlıyor, ilgili ilgisiz bir sürü şey anlatıyordu ama bunların hiç birini duymayınca, alınganlıkla söylenen Çağla, "Beni dinlemiyorsun ama Gökhan." deyince, kibarlığı elden bırakmamaya gayret ediyordu. "Ha, şey... Dinliyorum tabii ki. Gel, şu kayanın orada soluklan biraz. Bak, sızıntı şeklinde bir derecik akıyor orada. Az oturalım, sonra devam ederiz. Yeşil çekirge gibi bir oraya bir buraya zıplıyorsun sen de... Çok hareketlisin, başım döndü vallahi. Yorulmadın mı?" diyen Gökhan'ın bu söylediklerini iltifat gibi algılamıştı. Hatta bu 'yeşil çekirge' benzetmesi, hoşuna gitmişti. Üzerine giymiş olduğu açık çimen yeşili bluzu ile sanki cuk oturmuştu benzetme. Bundan cesaret alarak "Yeşil çekirgen geldi..." deyip, teklifsizce koluna giriyordu onun.
     Allahım, nasıl da dişiliğini cömertçe kullanmayı biliyordu bu kız. Tanımayan biri, Çağla'nın buralarda doğup büyüdüğüne kesinlikle inanmazdı. Hava biraz soğuk olmasına aldırmayıp, vücuduna tam oturan, gösterişli göğüslerini gözler önüne seren, yakaları oldukça açık bir bluz giymiş, altına da buz mavisi, daracık, dar paçalı kotunu çekmişti. Şimdi kışkırtıcı bir şekilde başını onun göğsüne doğru yasladıkça, usta bir kuaförün elinden çıktığı belli olan saçlarının çıldırtan gizemli kokusu, başını döndürüyordu Gökhan'ın. Vücudunda aniden oluşan bir elektriklenme, ayak tırnağının ucundan başlayıp, saçının teline doğru hızlı bir şekilde gitti geldi. Ne oluyordu böyle? 'Gökhan, kendine gel oğlum' diye kendi kendine telkin etse de Çağla'nın bu önüne geçilemez dişiliğini sonuna kadar kullanıp, ustaca yaptığı cilvelerle, baş döndürücü kışkırtıcılığı karşısında, eli ayağı dolanıyordu sanki.
     Şimdi bir eli ile Gökhan'ın elini tutan Çağla, yumuşacık eli ile masaj yapar gibi hafif hafif onun avucunun içini ovuştururken, iç gıcıklayıcı sesi ile cilveler yapmaktan da geri kalmıyordu. Allahım ya Rabbi! Bu kızın sesi mi böyle genizden geliyor, yoksa mahsus öyle mi konuşuyordu. "Her gün böyle gezelim mi Gökhan, ne dersin?" derken, iki de bir saçlarını savurup, yosun yeşili gözleri ile tatlı tatlı bakıp gülümsüyordu. Çağla'nın gözlerinin derin göller gibi yemyeşil olduğunu ilk defa gördü Gökhan, şaşırmıştı. Lâf olsun diye söyledi. "Vayy, gözlerin yeşilmiş senin Çağla. Yeni farkettim. Lens falan olmasın?" deyince, küsermiş gibi yaptı. Tabii ki yine cilve yapıyordu haspa. "Lensti ama bunlar değil, öncekiler. Sen siyah gözlerden hoşlanıyorsun diye, siyah lens takıyordum akıllım. Bu kendi göz rengim benim." dediğinde, gülmemek için zor tutuyordu kendini Gökhan. Göz rengini beğenmeyip, mavi veya yeşil renkli lens takanı görmüştü de siyah renk lens takıldığını ilk defa duyuyordu. Çağla ise yalandan yakınmalarına devam ediyordu. "Senin gözlerin Esra'dan başkasını görmediğinden, benim göz rengimi bile bilmiyorsun işte."
     Esra denilince, yine aklı eskilere gitti. Çok değil, daha bir ay bile olmamıştı. Şu karşıki ceviz ağacının dibinde kavga etmişlerdi. O kızgınlıkla elini yaraladığı yerdi orası. Birden eli sızladı. Sargılı elini kaldırıp bakınca, dikkatini çekti Çağla'nın. İllâ ki, soracak. "Annemin yanında söylediğin yalana inanmadım ben biliyor musun? Nasıl oldu bu? Bana anlatır mısın Gökhan?" Neyini anlatacaktı ki? Dümdüz, dosdoğru söyledi. "Şimdi nedenini unuttum... İşte bir konuda Esra ile tartışırken, kızgınlıkla ağaca vurmuşum. Hepsi bu işte." dediğinde, biraz daha sokuldu ona Çağla, içine girecekti sanki. Onun kalbinin yaralı halini sezmiş, yararlanmaya çalışıyordu. "Gökhan biliyor musun? O kız sana yakışmıyor, hep senin tersine tersine konuşuyor. Seni kızdırmaktan zevk alıyor sanki. Ne buluyorsun onda bilmem ki?" diyerek, cilve üstüne cilve yapıyordu. Ah bir bilebilse Gökhan onda ne bulduğunu. Ama işte, onun yanında olunca eli ayağı boşalıveriyordu. Ne kadar kavga etseler de şimdi burada Çağla'nın yerinde olması için neler vermezdi? Ama Çağla'nın dediklerinde de biraz gerçek payı vardı sanki. Gerçekten ne buluyordu ki onda? Genellikle Nihat, üçü beraber olduklarında, Gökhan'ı kızdırmaktan zevk alıyor gibiydi Esra. Muhakkak o da gönlünde kendince ikiye ayrılmış, bu yüzden hangi tarafın ağır bastığına karar veremiyordu besbelli. Düzgün giden bir ilişkileri varken, Gökhan bir kızgınlık anında, dengeli duran terazinin ondan taraf olan kefesini yukarı doğru kaldırmış ve dengeyi bozuvermişti hiç yoktan. Buna üzülüyor muydu? Belki. Öyle veya böyle, bir şekilde sonuçlanması için, Esra'nın da yetişkin bir kız olduğunun farkına varıp, bir karar vermesi gerekiyordu. Onun vereceği karar ne olursa olsun, iki taraftan birini seçebilmesi için muhakkak bir şeyler gerekiyordu ama bu böyle olmamalıydı. Gökhan kendini bilerek ateşe atmıştı bir bakıma. Bu arada bunları düşünürken, istemeden de olsa Çağla'nın hafif hafif okşamalarına bırakmıştı kendini. Gökhan'ın kıvırcık saçlarını parmaklarına doluyor, omuzlarını ovuşturuyor, azıcık yüz verse, arsızca kucağına uzanıverecek gibi hareketler yapıyordu ama oralı bile değildi. Aklı fikri Esra'daydı. Sırnaşmakta olan, bin bir türlü cilveler yapıp beğenisini kazanmaya çalışan Çağla'nın yerine Esra'nın olduğunu varsayıp, eli yavaşça onun saçlarına doğru gitti. İşte ne olduysa, o kahrolası andan sonra oldu her şey.
     Birden, karşıdaki kalın ceviz ağacının gövdesinin yanında bir karaltı gördü Gökhan, aklı başından gitti. Bu Esra mıydı? Evet, aman Allahım oydu! Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş öylece kayıtsız, dimdik durmuş, ondan tarafa bakıyordu. Gökhan'ın aklı karışmıştı. Olamaz, bu kâbustu. Yoktu böyle bir şey, olmamalıydı. Cevizliğin o taraf, fırtına koparacak yağmur bulutları gibi kapkaraydı sanki. Yıldırımlar ha çaktı ha çakacak. Çağla ise olanlardan habersiz, aşk oyunlarının dozunu arttırmış, şimdi de başını Gökhan'ın kucağına bırakmış, dalgalı saçlarını onun dizlerinin üzerine doğru inadına yaymıştı. Gökhan, aniden gelişen durum karşısında eli ayağı dolaşmış ne yapacağını bilemiyor, kalkmak istiyor ama mecali yok, ellerini gayri ihtiyari havaya kaldırmış, 'bak Esra, benim suçum yok' der gibi hareketler yapmaya çalışıyordu bilinçsizce. Esra görüp göreceğini görmüştü zaten. Çağla dişisi onun kucağına uzanmış, Gökhan ise mest olmuş bir şekilde, kendini onun okşamalarına bırakmıştı. Dişiliğini utanmazca, arsızca kullanan bu afişteyi, ona tercih etmişti Gökhan. Daha ne görecekti ki? Açıklama yapmasına hiç ama hiç gerek yoktu. Birden olduğu yerde geriye dönüp, hızlı adımlarla köyden tarafa giderken, Çağla da onu görmüştü. Eli ile karşıki cevizliği gösterdi Çağla. "Bak Gökhan. Esra değil mi o?" diye sorduğunda, Çağla'nın söylediklerini duymuyordu bile. Başını ellerinin arasına almış, 'Allahım, ne yaptım ben' der gibi, kara kara düşünüyordu.

3 GEN'çHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin