Cinayet gibi kaza ve Susurluk'tan kaçış

1 0 0
                                    

     Ekim ayı henüz yeni bitmiş, sonbahar kendisini yavaş yavaş hissettiriyordu ama yine de ılık bir geceydi. Havada sanki sıkıntılı bir şey varmış gibi, anlaşılmayan bir koku vardı. Bir de mutfağın ağır yemek kokulu boğucu atmosferinde çalışmak, daha bir azap veriyordu Şebnem'e. Bu ismi rahmetli anacığı ona, doğduğu gün takvimin o günkü 'erkek olursa Şeref, kız olursa Şebnem' diye yazdığı sayfasında okumuş, anlattığına göre babasının, 'ben öyle sosyete adı istemem' itirazlarına rağmen zorla koydurtmuştu.
     Birden babası aklına geldi. Ona içinden kızmak istiyor, fakat ölümünün üzerinden daha bir ay bile geçmediğinden, garip bir duygu ile kızamıyordu. Çünkü kızının da sonunun kendisi gibi olmasını istemediğinden, ona dünyanın hep iyi taraflarını anlatıp, onu iyiye, güzele doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Babası, ona göre dünya tatlısı biriydi. Fakat nedendir bilinmez, hayat onu bu şekilde yönlendirmişti. Hem de adi bir hırsız olarak.
     "Küçük kaltak! Yine daldın hayallere. Elindeki tabak eskiyecek bezi hep aynı yere sürtmekten."
     Ahha! Çıktı yine şirret. Bu domuz gibi şişman muhacir karısı, Şebnem'i hiç mi ama hiç sevememişti. Mutfak işçilerinin başında o vardı. Onu işten çıkarıp, kendi kızını yerine bulaşıkçı diye aldıracağını duymuş, ona böyle acımasız davranmasını buna yoruyor, o yüzden dağ gibi bulaşığı ona yıkattırıyordu. Bu akaryakıt istasyonu maşallah çok iyi çalışıyor, kamyoncu lokantası ise ne bileyim daha bir dolup dolup taşıyordu. Yemekleri hem ucuz hem de bu domuz karı yaptığından, ev yemekleri gibi olduğundan mı yoksa onun bilmediği ama biraz tahmin ettiği başka bir sebepten mi nedir karşı tarafta, yüz metre ötedeki akaryakıt istasyonu sinek avlıyordu. Günahı kendi boyunlarına ama geceleri burada mola veren şoförlere 'karılar dadanmış' diyorlardı.
     İşte yine çişi gelmişti. Mutfağın sıcağından çok su içtiğinden mi yoksa ayakları devamlı su içinde ıslandığından mı nedir, sık sık çişi geliyordu. 'Bu cadaloz karıdan izin istemektense, altıma işerim daha iyi' diye düşünerek, bir müddet iki bacağını çapraz vaziyette sıkıştırıp, ritmik hareketlerle kalçalarını bir o yana bir bu yana sallasa da fayda etmiyordu. 'Nerdeyse donuma yapacağım, bacaklarımdan aşağıya süzülecek' diye düşünürken, yağlı suratlı şişkonun bet sesi duyuldu arkasından. "Şıllık! O tahta gibi kıçını ne kıvırıp duruyorsun öyle? Orospu mu olacaksın başımıza? Ama ben anladım. Dolaptan gazozları gizli gizli aşırıp içtin, ondan yapıyorsun değil mi? Çabuk tuvalete git! Bak dakika tutuyorum. Geçen ki gibi oyalanma, gelince gözünü oyarım, bilmiş ol!"
     "Domuz karının iyilik melekleri üstünde galiba" diyen Şebnem ok gibi fırlayıp mutfaktan çıktı. Lastik tamirhanesinin yanık yağ ve tiner kokan yan duvarının dibinden geçip, üstüste yığılmış eski kamyon lâstiklerin arkasından dolaşarak tuvalete ulaşmıştı. Bir de baktı ki, o da ne? Korktuğu başına gelmişti. Bir tur otobüsü mola vermiş, zaten iki tane olan tuvaletin önünde kız öğrenciler birbirleriyle fingirdeşerek sözüm ona sıra bekliyor, erkekler tuvaleti de kızların tuvaletinden aşağı değil, orası daha bir ana baba günüydü. Neredeyse donuna işeyecek, deli gibi sağa sola bakınırken, istasyon alanının yola bakan ön kısmındaki küçük ağaççıklarla dolu olan bahçe, ona kurtarıcı gibi geldi. Görünme korkusu falan aklına gelmeden koşarak, zakkum ağaçları, süs bitkileri, küçük çam ağaçları ve onlarca çeşit bodur ağaçlarla dolu bahçeye daldı. Tam uygun bir yer bulup çömelerek donunu sıyıracağı sırada, olduğu yerde dondu kaldı. Değil hareket etmek, nefes bile almıyordu şimdi. Sanki köydeki ilkokulda oynadığı 'tıp' oyunu gibi sol eli yerde, parmakları açık vaziyette toprağı bastırıyor, diğer elinin baş parmağını donunun lastiğinden içeri sokmuş, tam sıyıracakken öylece kalakalmıştı. Çünkü iki metre önünde son anda farkettiği bir adam, telâşlı ve kısık bir sesle, hem de bozuk bir Türkçe ile arada sırada küfürler ederek, cep telefonu ile bir yerlere emirler yağdırıyordu.
     Şebnem'in sanki kanı çekilmişti, hareket edemiyordu. Kıpırtısızdı. Avcısını farkeden av gibi sinmiş, kobra yılanının öldürücü bakışları ile karşılaşmış tarla faresi gibi kıpırdamadan öylece duruyordu. Önündeki zakkum ağacının sivri, sık ve uzun yaprakları onu mükemmel bir şekilde gizliyor, o görmüyor ama Şebnem bu esrarengiz ve küfürbaz adamı, istasyon alanını aydınlatan loş ışığın altında, çok net bir şekilde görebiliyordu. Soluk kot pantolon, dirsekleri yıpranmış hâkî renkli askeri bir parka, hafif kısa kıvırcık saçlar, çıkık elmacık kemikli yüzünü çevreleyen bir haftalık kirli sakal ve ömrü boyunca gözlerinin önünden hiç gitmeyecek olan, o delici, hafif kaşlarının altına doğru içeri kaçmış, siyah, kor gibi yanan gözler... Eyvah! Adam ağır ağır ona doğru geliyordu. 'Acaba göründüm mü' korkusuyla gözlerini sımsıkı yummuş, şimdi kıpırdamadan bekliyordu.
     Birden, yerdeki çalılıkların altındaki kuru yaprakların üzerine, sanki aniden başlayan yaz yağmuru gibi dökülen hışırtılı bir su sesi duyunca, gayri ihtiyari gözünü açtı. Açmasıyla birlikte, aniden çığlık atmamak için dilini hafifçe ısırdı. Adam resmen üzerine doğru işemekteydi. Esrarengiz adam o kadar yakındaydı ki yere çarpıp etrafa saçılan sidik damlaları elinin üzerine sıçrıyor, tiksinti duyup elini çekmek istese de ölüm korkusu ağır bastığından, kılını bile kıpırdatamıyordu. Çünkü bu küfürbaz adam, az önce telefon ile konuşurken öfkelendiği bir sırada yerdeki bir çiçeğe tekme savurmuş, kazara parkasının önü açılarak, askı kayışı ile yan olarak boynuna asılmış kısa bir tüfek gözüne ilişmişti Şebnem'in.
     Bu arada adam işemesini bitirmiş, bir eli ile toparlanıp pantolonunun fermuarını kapatmaya çalışırken, diğer eliyle de cep telefonunun tuşlarına basarak, habire birilerine emirler yağdırıyordu. "Acele etmeyin dedik oğlum. Araba daha menzile girmedi. Ama yine de ne olur ne olmaz, kamyon çalışır vaziyette beklesin." diyordu. "Şüphe çekmemek için arızalıymış gibi davranın, tamam mı koçlar?" dedikten sonra telefonu kapattı ve başka birini aradı. "Neredesiniz lan?" diye sordu azarlar bir şekilde. "Kök saldım bu ağaçların arasında. Pompacı kıllanıp ikide bir bizim kamyoncuyu sıkıştırıyor çıkışı kapatıyorsun diye." çıkıştıktan sonra herhalde iyi bir haber aldı ki yüzü sırıtık bir hâl alıp gülümsedi. "Hah! Yaklaştınız mı? İyi tamam. Siz iki yüz metre arkadan gelin, öndeki araçlara farkettirmeyin kendinizi... Sakın! Biliyorsunuz, takip ettiğiniz hedefin arkasında, yani sizin biraz önünüzde bir koruma aracı var."
     "Evet abi... Hemen önümüzde."
     "Çok yaklaşıp da şüphelendirmeyin. İstasyona bir kilometre kadar kala beni cepten çaldırın, gerisini bana bırakın."
     Bu arada Şebnem, alt taraflarında hafif bir sıcaklıkla beraber, biraz da ıslaklık hissetmişti. Çünkü adamın silâhını gördüğünde burada bir şeyler olacağını sezinlemiş, kasıklarındaki bel kasları gevşediğinde de zaten olanlar olmuştu. İçine korku ile karışık bir rahatlama duygusu hâkim olmuştu. Ilık su donundan süzülerek bacaklarından aşağılara, çoraplarına doğru akıyor, oradan nemli toprağa karışınca kendi sidiği olduğundan mı nedir, burnuna hoş gelen bir koku yayılıyordu etrafa.
     Birden çalan telefonun ardından adam aniden telefonu kulağına götürdü ve "Anlaşıldı tamam" dedikten sonra, aceleyle tuşlara bastı. "Hazır olun, az kaldı. Yaklaşıyorlar!"
     Cep telefonunun ahizesinden cızırtılı bir ses duyuldu. "Abi adamlar kıllanıyorlar, bitmedi mi bu arıza diyorlar."
     "Tamam ulan! Yolun sonuna geldik. Bütün tiyatro yeteneğini kullan işte. Seni bunun için mi gönderdik ta oralara... Afganistan'a, Çeçenistan'a eğitime?"
     "Abi tamam da..."
     Esrarengiz adam, telefonda karşısındakinin konuşmasından sonra sinirden deliye dönmüş, kısık sesle konuşmaya çalışsa da öfkeli sesi ta küçük kızın kulağına kadar geliyor, "Sıçtırma abine şimdi," diyordu ona sinirli bir şekilde. "Zaten cinlerim tepemde, İki Numara zırt pırt telefon ediyor. Yolda iki noktaya kurdurmuş olduğu tuzaklar başarısız olmuş, dediğine göre biz son şansmışız. Biz de başarısız olursak, hepimiz doğru Afganistan'a..." dedi ve mırıldandı kendi kendine. "Bizi artık bir müddet tutundurmazlar buralarda."
     "Evet Sırtlan, bu benzinliği seçtiğimiz iyi oldu. Dakika başı buradan yola kamyon çıkıyor." diyordu karşı taraf. Sırtlan bir şey diyecek oluyor, karşısındaki bir türlü susmak bilmiyordu. "Benim buradaki sahte arızalı kamyonum çıkışı o kadar güzel kapatıyor ki yola çıkan kamyonlar, şimdiden son beş dakika içinde birkaç özel otoya tehlike atlattırdı." dediğinde, saçını başını yoluyordu Sırtlan sinirden. "Ulan, bana telefonda bu isimle hitap etme diye kaç kere söyledim sana? Hıyar!" diyerek haşlıyordu onu. "Tövbe tövbe... Neyse, bundan sonra iş tamamen sana kalıyor. Ben 'tamam' deyince, sen sanki yolun ilerisine bakıp, yolun dolu veya boş olduğunu görüyormuşsun gibi davran."
     "Aynen abi..."
     Sırtlan, artık son talimatları veriyordu. Bu tuzağın başarısız olması, hepsinin sonu demekti. Üstüne basa basa tekrar ediyordu söylediklerini. "Ondan sonra, yola çıkmak için çıkışta bekleyen herhangi bir kamyon şoförüne, elinle 'hazır ol' işareti çakıp, 'hedef' yaklaşınca öyle bir zamanda 'yola çık' diyeceksin ki garibim yol gerçekten boş sanıp, sana güvenerek tedbirsiz bir şekilde rahatça çıksın yola."
     Adam alnında biriken terleri silerken, cevapladı karşı taraf. "Anladım abi."
     "Zaten adından da belli. Burada yol 'uçak yolu' gibi alabildiğine geniş. Otomobiller de bu saatte uçak gibi gidiyor maşallah!"
     "Şef, hedefin önüne ben kendi kamyonum ile çıksam daha sağlam olmaz mı acaba?" dediğinde, Sırtlan hırsından olduğu yerde tepiniyordu. "Aptal oğlum, ben sana ne diyeyim ha ne diyeyim? Er veya geç bizim olduğumuz ortaya çıkmaz mı? Polisler o kamyon sahibini ve şoförü ellerine alıp, bir güzel oylum oylum oyup, bülbül gibi öttürmezler mi sanıyorsun?" diyordu ona bir ağız dolusu küfürle karışık. "Kazadan sonra, hiçbir şeyden habersiz olan garibim kamyoncuyu alıp tepe tepe kullansınlar artık ne yapacaklarsa. İki gündür bu plân üzerinde boşuna mı çalıştık? Balıkesir İzmir arası bu yolda uygun yer bulmak için canımız çıktı bilmiyor musun?"
     Biraz nefes alıp sakinleşmiş gözükse de bu kafasız adamlarla çalışmak zor işti. O yüzden bağırmadan konuşamıyordu onlarla. "Sağlam olsun diye üç ayrı yere tuzak kurmadık mı a benim embesil oğlum? Ulan senin aklın ermez böyle işlere. Sen, sana söylenileni yap, o kadar!" diyordu ama hakaretlerinin ardı arkası kesilmiyordu. "Ben sana kaç defa yorum yapmayacaksın, sadece dediklerimi yapacaksın diyorum hayvan oğlu hayvan! Ulan, eğer bir başarılı olamazsak, İki Numara'dan önce ben de senin ağzına sıçmazsam, adam değilim!"
     "Tamamdır abi, sen merak buyurma."
     Küfürlerin sonu gelmeyecek gibiyken, birden araç göründü. Kısık sesle konuştu Sırtlan. "Ahha, hedef göründü. Haydi göreyim seni. O beklettiğin kamyonun şoförüne hazır olması için işaret ver şimdi. Bekle... Bekle... Bekle... Tamaam, şimdi çıksın!"
     Emri alan adam, deminden beri çalışır vaziyette benzinlik çıkışında beklettiği, hiçbir şeyden habersiz duran kamyoncuya, yol boşmuş gibi bir işaret verip, kontrolsüz bir biçimde yola çıkmasını sağladı onun ve birkaç saniye sonrası, hızla giden 06 plakalı siyah mercedes otonun sürücüsü, benzinlikten aniden önüne çıkan kamyonu son anda görmüş, kendini kurtarmak için direksiyonu can havliyle sola doğru kırdıysa da fren yapmaya zaman bulamadığından, kendi şeridini hafif yan vaziyette kapayıp yola çıkan mavi renkli, eski model Ford marka kamyona olanca gücüyle, arka sol köşeden çarpmıştı.
     Cehennemi andıran büyük bir patlama ve metalin asfalta sürtünmesi ile ortaya çıkan kulak tırmalayıcı sesler... Camların kırılması... Aracın motor kısmından kesif bir duman yükselmesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği...
     Kaza yapan aracın hemen arkasından takip eden Aşiret Reisi Serdar Bey'in yakın korumaları, iki yüz metre kadar önlerinde cereyan eden bu korkunç kazayı, dehşetle seyrettiler. Korumalar hızla aracın yanına gelip baktıklarında, hepsinin ölmüş olduğunu dehşetle gördüler. Bir dakika! Evet, evet... Arka tarafta Yonca ile oturmakta olan, yüzü gözü kan içindeki Serdar Bey, sanki belli belirsiz kıpırdamıştı. Evet, içlerinden sadece o yaşıyordu. Arka tarafta oturması, onu bu kazadan yaralı olarak kurtulmasına neden olmuş ama ne yazık ki sevgilisi Yonca'nın nazik bedeni, arkada oturmasına rağmen bu sert çarpışmaya dayanamamıştı. Onu buradan alıp hastaneye götürmeyi düşündüler ama oradaki sorguda her şey açığa çıkacaktı. Hızlı bir şekilde düşünüp, öyle hareket etmeliydiler. Vakit yoktu Serdar Bey'i götürecek kadar. Hemen bir plân yaptılar. Ön sağ koltukta oturan Hamdullah ve aracı kullanan Hasan Bey için söylenecek pek fazla bir şey yoktu. Ölmüşlerdi. Şimdi ellerini çabuk tutmalıydılar. Vakit ne kadar gece olsa da meraklı kalabalığın, kolluk kuvvetlerinin kaza yerine gelmesi an meselesiydi. Direksiyonda oturmakta olan Hasan Bey başından aldığı ağır darbe ile kafatası parçalanmış, kamyonla araç arasına feci şekilde sıkışmıştı. Onu çıkaramazlardı. İki koruma, ön sağ koltuktaki Hamdullah'ı güç belâ aşağıya sürükleyip, diğer korumanın kucağına aldığı Serdar Bey'i ön koltuğa yerleştirirken, daha fazla dayanamayan Serdar Bey, bayılmıştı.
     Hamdullah'ı arka tarafta ölü vaziyette olan Yonca'nın yanına yerleştirdiklerinde, olay yerine bir araç gelmişti bile. Ama kaza yerine gelenler kurtarma çalışması yapıldığını zannettiklerinden, korumaların ne yaptığını anlamamışlardı. Bir diğer koruma ise, bota yapılacak operasyonda kullanılacak olan ağır silâhları ve patlayıcıları, kaza yapan aracın bagajından aceleyle alıp kendi araçlarına koyduklarında, yolun karşısında duran araçtakiler, onlara doğru şüpheyle bakmaktaydı. O yüzden, meraklı gözleri fazla şüphelendirmeden ayrılacaklardı buradan. Nasıl olsa yapacak çok da bir şeyleri yoktu artık burada. Eğer eşgallerini tarif eden biri olursa, polis ifadesinde, Ege kıyılarında plânladıkları suikast açığa çıkabilirdi. Hafif silâhlar ne yazık ki bagajda kalmış, onlar için yapılacak bir şey yoktu artık.
     Serdar Bey'in korumaları yanlarına aldıkları ağır silâhlarla uzaklaşırken, ilginç şeyler oluyordu şimdi kaza yapan aracın başında. Az önce aracın yanına ulaşan üç kişiden ikisi sanki yola doğru perdeleme yaparken, bir diğeri de arka koltuğun üzerine eğilmiş, Hamdullah'ın ölüp ölmediğini kontrol ediyordu nabzına bakarak. Direksiyondaki erkek ve arka koltuktaki kadının ölmüş olduğunu gördüklerinden, ayrıca ön tarafta baygın vaziyette olan Serdar Bey'i de ölü zannettmişlerdi. Bu arada arka koltukta kendine gelip hafif hafif inleyen Hamdullah'a yoğunlaşmışlardı şimdi. Biri fısıldadı sessizce. "Abi, sanki nefes alıyor gibi." dediğinde, diğeri dişlerinin arasından bir ıslık sesi gibi çıkan küfürle karışık haykırdı. "Ne bekliyorsun ulan öküz? Vursana kafasına elindeki levyeyle. Sırtlan demedi mi bunlar sağ kalmayacak diye." Bunu duyar duymaz iri kıyım adam, siyah kaşe paltosunun altından çıkardığı demir çubuğu birkaç defa hızla başına indirdi Hamdullah'ın. Zaten kanlar içindeki kafası darbeden iyice hasar görmüş, yüzü gözü, gömleğinin önü hep kan olmuştu. "Tamam, ölmüştür artık." diyen adam, verdiği bir işaretle diğer ikisini araca yönlendirmişti. Bu olanlar birkaç dakika içinde cereyan etmiş olup, esrarengiz kişiler olay yerinden göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşırken, polis sirenleri duyulmaya başlamıştı.
     Bu sırada korkunç patlamanın etkisi ile kamyona yola çıkma emrini veren şahıs iki adım geri çıkmış ve korkudan yerde çömelmiş olan Şebnem'e çarpıp, dengesini kaybederek yere düştükten sonra, çevik bir hareketle toparlanıp ayağa kalkmıştı. Şimdi esrarengiz adam ve Şebnem, bir metre ara ile burun buruna gelmişlerdi. Av ve avcı çömelik bir vaziyette gözgöze gelmişler, birbirlerini süzüyordu. Adamın kemikli yüzü Şebnem'i görünce korkunç bir şekilde çarpılmış, sol gözünün yanı hafif hafif seğiriyordu. Şebnem bu arada dizüstü çökmüş, yüzü allak bullak olmuştu. Sol eli yüzünde, heyecanlandığı anda istem dışı yaptığı bir tik hareketiydi bu...

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin