İki Numara'nın öfkesi

1 0 0
                                    

     Kazayı tüm ayrıntıları ile Sırtlan'dan dinleyen İki Numara, olayı gören birinin olduğunu öğrenip, bir de onun yakalanmayıp kaçtığını duyunca iyice köpürmüştü. Sinirden ağzında çiğnediği kâğıt parçasını, "Allah kahretsin!" diyerek, hırsla yere tükürdü. "En sonunda yapacağını yaptın ya Sırtlan. Güneydoğu'da, Irak'ta, İran'da, hatta kontrolümüz dışı Afganistan'da bile senin yediğin haltları sineye çekip, örtbas ettirdim. Bir de şu yaptığına bak. Bir çuval inciri bok ettin!"
     Sırtlan iki büklüm, fırtınanın geçmesini bekliyordu. "Ama İki Numara, nerden bilebilirdim ki bir kız ço..."
     "Tamam, yeter! Mazeret istemiyorum." diye haykırıyordu ve durmak bilmiyordu. "Biz kendi içimizde bile ne suikastlar yaptık da açık vermedik. Kedi pisliğini örter gibi, açığa çıkan ajanlarımızı tereyağdan kıl çeker gibi, kimseden habersiz ortadan kaldırdık. Bir de senin yaptığına bak! Basit bir trafik kazasını bile yüzüne gözüne bulaştırdın. Dua et de o kız korkup bir yerlere gidip yumurtlamasın." dedi ve canı sıkılmışçasına ofuldandı. "Bak işte, bizim düzmece kazadan biri sağ kurtulmuş." deyince, "Efendim yaralıyı ben levye ile..." diye söze girmek isteyen Sırtlan'ı bir el hareketi ile susturdu İki Numara. "O değil. Hani aşiret reisi olan. Ölmemiş. İnşallah poliste bir şey okumaz. Ama sanmıyorum, o kadar da enayi değildir. Neyse, Bir Numara onunla ilgilenir. Çünkü konuşursa başına geleceği bildiğinden, susmayı tercih edecektir. Gerçi başka bir sansasyonel olay yapıp, gündem değiştirerek olayı kapatırız ama basının ağzında bakla ıslanmıyor ki canına yandığımın. Bir şüphelenirlerse, ısıtıp ısıtıp yazarlar artık." dedikten sonra bir şey hatırlamış gibi konuyu değiştirdi. "Haa... Bir ara malum gazetenin, bizimle fazla uğraşan köşe yazarının kulağını çekiverin. Ama bizim usullerle, tehdidin nerden geldiğini herkes çok iyi anlasın. Çünkü şu son günlerde, yarattığımız suni gündemlerin üzerine fazlaca yazı yazmaya başladı köşesinde. Bir Numara, 'bu gazeteciyi susturun' diyor." 
     "Mesajı aldım İki Numara. Öncelikli görevim bu olacak ve sonlandırmadan sizin karşınıza çıkmayacağım."
     "İyi edersin..." gibilerinden bir şeyler homurdandı. "Tamam, git artık! Biraz sonra Sayın Bir Numara ile görüşeceğim. Bu açığa nasıl bir kılıf uyduracağız, bilemiyorum artık." diyerek, "Şu lanet olası uçağa binmeyi hiç sevmiyorum." diye dişlerinin arasından hırsla söylendi, topuklarının üstünde geri dönerken.
     Sırtlan, onun çok kızdığını, gözlerinin parıldamasından ve elindeki keleş mermisini, parmaklarının arasında çevirmesinden anlamıştı. Burada daha fazla oyalanmanın bir anlamı yoktu. Karşı taraftan yüzüne kuvvetli şekilde çarpan ışıktan fazlasıyla rahatsız olmuştu. Ne İki Numara'nın yüzünü tam olarak seçebiliyor, ne de etrafı ayrıntıları ile görebiliyordu. Zaten zeminden hayli yüksek olan masasının bulunduğu yer daha da yükseltilerek, o makama bir erişilmezlik kazandırılmıştı sanki. Sesi dijital oynamalarla değiştirilmiş, mekanik bir ses yankılanıyordu odada sadece.
     Lüks odadan geri geri çıkarken, iki kanatlı devasa demir kapının biri iç burkan bir gıcırtıyla kendiliğinden açıldı ve Sırtlan kendini loş karanlıkta, metal bir platform üzerinde buluverdi. İşin en sevmediği yanı buydu işte. Gözleri alışana kadar etrafı tanımaya çalıştı. Burası daha çok kocaman bir fabrikaya benziyordu. Ama terkedilmiş, bomboştu. Arada sırada uzaktan, bazen bir metalin hafif sürtünme sesi, bazen de sanki üst taraflarda bir yerlerden düzgün, sert asker adımlarıyla yürüyen postal sesleri geliyordu. Ne kadar boş bir yere benziyorsa da iyi korunduğu bir gerçekti.
     Kapının yanında uysal bir kedi gibi usulca bekledi. Gelirken olduğu gibi, bir el arkadan gözlerini siyah bir kadife bezle sıkıca bağladı. Şimdi koluna iki kişi girmiş, hızlı adımlarla bazen koşarak ilerliyorlar, bazen merdiven iniyorlar, merdiven çıkıyorlar, bazen de bir müddet başları eğik vaziyette, nemli, lağımla karışık küf ve çürümüş toprak kokan, alçak bir tünelden geçiyorlardı. Burnuna arada sırada ekşi yosun kokuları ile karışık, kimyasal bir koku geliyordu. Hah! Nihayet yüzüne temiz hava çarptı. Demek yeryüzüne çıkmışlardı. Biraz daha yürüdükten sonra, bir aracın açılan sürgülü kapısının, gıcırtılı metal sesini duydu. Gelmişlerdi herhalde. Hemen içeriye geçtiler ve iki adet koruma yanında olduğu halde, içi özel olarak dizayn edilmiş minibüsün arka koltuğuna, kolllarından tutarak yavaşça otururttular. Onlarla konuşmaya çalışmak fayda etmiyordu. Söyleyecekleri şeyler havadan sudan bile olsa, sorularına cevap alamayacağını biliyordu. Önceki ziyaretlerinden de iyi biliyordu ki bu sıkıntılı yolculuk üç dört saat konuşmadan sürecekti. Gözleri bağlı olsa da en azından rahatı yerindeydi. Başına taktığı kulaklıkla istediği müziği dinliyor, alışkanlıkla el yordamı ile açtığı mini soğutucudan aldığı viskiyi, kaliteli bitter çikolatayla yudumluyordu. Gözleri bağlı olduğundan, ellerinin acemice davrandığı yerde, korumalardan biri hemen yardımına koşuyor, deyim yerindeyse sessiz uşaklar bir dediğini iki etmiyordu. Can sıkıntısından bazen uyukluyor ama en küçük bir sarsıntıda sıçrayarak uyanıyordu. Namlu ucunda yaşayanların uykusu bu kadar olurdu ancak.
     Saatler süren ama ona sanki bir gün gibi gelen bu berbat yolculuk, nihayet sona ermek üzereydi. Aracın motor sesinin ve hızının yavaşlamasından bunu anlamıştı. Minibüs, yolun sağında durakladığı anda, yanında bulunan iki kişi kollarından tutup, onu aldıkları yere yavaşça indirdiler ve hemen arkasından sürgülü kapının sertçe kapanış sesi duyulur duyulmaz, araç son sürat uzaklaşmıştı bile. Sırtlan hırsla gözündeki bağı çekip yere attı ve hızla uzaklaşan minibüsün arkasından baktı ama toz bulutundan başka bir şey göremedi. Elleriyle üstünü başını silkelerken tozlar dağılınca, on metre geride, yolun kenarında, iki araba ve yerde bekleyen adamlarını, şaşkın şaşkın ona bakarken gördü. Celal yanına geldiğinde hâlâ şaşkındı. "Abi sen misin? O kırık dökük, paspal minibüsten mi indin yoksa?" diye sorunca, Sırtlan şaşırmıştı. Oysa içindeki konfordan, geldiği minibüsün lüks bir şey olduğunu tahmin ediyordu. Aracına giderken, "Hangi dökük minibüs oğlum?" diyerek şaşkınlığını o da gizleyemiyordu. "Benim hangi araçla geldiğimi görmediniz mi?" Celal hâlâ eski bir minibüsten bahsediyordu. "Abi ne bileyim eski püskü, tamponları çarpık, camları bir karış toz içinde, plakası bile küften okunmayan bir minibüs, birden on metre ilerde durur durmaz, gaza basıp gitmesiyle bir oldu. Biz seni ondan sonra gördük."
     Gizlilik ilkesi işte. Üstleri ona bile güvenmiyordu. Ama bu iş öyle olmasını gerektiriyordu. Yoka bu zincir, zayıf bir yerinden kopuverirdi. Dişlerinin arasından gülümsedi ve "Anlaşıldı," dedi kafasında binbir türlü düşünce ile. "Neyse biz işimize bakalım. Şimdi çok yorgunum, bu gece bir güzel dinleneceğim. Beni kimse rahatsız etmesin. Yarından sonra dinlenmek yok, kendinizi ona göre hazırlayın. Bir kısmımız o sarı şırfıntıyı ararken..." deyip cümlesini yarıda keserek döndü yanına, "Celal seninle ben, başka bir işi halledeceğiz." dedi gözlerini kısarak.
     "Tamam Sırt... Anlaşıldı şef, okey."
     Celal'e sert bir bakış fırlattı Sırtlan. Sonra da başını sinirli bir şekilde yana döndürerek camdan dışarısını seyre koyuldu.
     Sırtlan'ın üç araçlık mini konvoyu, İstanbul'u baştan başa katederek Silivri taraflarına doğru bir müddet gittikten sonra, yarısı denizin içindeki direklerin üstünde, şato gibi bir villanın önünde durdu. Ferforje demirden yapılmış devasa otomatik kapı açıldı ve konvoy içeri girdikten sonra sessizce kapandı.

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin