Dolar manyağı

1 0 0
                                    

     Ertesi gün öğle zamanı yaklaşırken, Sedat'ın bürosunda toplanmışlar, lâflıyorlardı. "Metin nerede kaldınız oğlum ya. Bizi unuttunuz, galiba neredeyse bir yıldır görüşmüyoruz. Ama senin hakkını yememek lazım, yaptığın proğram tıkır tıkır işliyor. Ne uyanıkmışsın lan!" deyince, Metin bıyık altından güldü... "Niye abi?"
     "Niye olacak, geçenlerde ensesi kalın birinin hesabından kararlaştırdığımız miktardan biraz fazla para çekeyim dedim, olmuyor... Çekemedim. Aferin Metin, şimdi gözüme biraz daha girdin. Tahmin ediyordun değil mi açgözlü Sedat Abin bu kadar yüklü hesabı görünce dayanamaz, hepsini çekmeye kalkar da bir çuval inciri bok eder deyip, kısıtlamışsın programı. Helâl olsun, pes vallahi senden korkulur!"
     Sedat şakayla karışık Metin'in ensesine, övgü dolu sözlerin ardından hafif bir şaplak attı. Çayından höpürtülü bir yudum aldıktan sonra, boğazını gürültülü bir şekilde temizledi ki bu başka bir konuya geçecek demekti. "Ben diyorum ki biz paslandık artık." diyerek, adamlarının yüzlerini inceledi. "Böyle oturup gıdım gıdım para beklemekten bıktık. Çocuklar da sıkıldılar. 'Şöyle yüklü bir iş daha bitirelim Sedat abi' diyorlar, ne dersiniz? Ama 'biz yokuz' derseniz, size kızmam. Yalan yok, bugüne kadar çok yardımınızı gördüm ikinizin de. Hele yengemin yaptığı kimlikler bir harika. Bizim okuma yazma bilmeyen Ömer'in bile ehliyeti oldu ya çocuk gibi seviniyor garibim. Bıkmıştı trafikçilerle köşe kapmaca oynayıp, yakalanınca toka(!) yapmaktan."
     Sedat'ın plânına göre, kimlik düzenleme için Şebnem'e bayağı ihtiyaç vardı. Sedat, gece yarısına kadar ince ayrıntıları tekrar tekrar anlattı. Anlamayanlar sorunca bir daha, bir daha anlattı. Sedat'ın bu huyu çok güzeldi. Bıkmadan usanmadan anlatmak zorundaydı. Çünkü adamlarının çoğu gözükara ama bir o kadar da eğitimsiz kişilerdi. Bildiğin odun. Biraz geç anladıkları için, Sedat bıkmadan usanmadan tekrar ediyordu. Metin'le Şebnem ayrıntıları hemen kavradıklarından izin istemişler, bir hafta sonra uygulamaya geçmek için sözleşerek, evlerine gitmek için araçlarına binip, İstanbul'un kışın hiç çekilmeyen çamurlu, yapış yapış, fakat şıkır şıkır aydınlık sokaklarındaydılar şimdi.

     İstanbul'un bazen kışın yakaladığı güzel, az da olsa güneşli günlerinden biriydi. Laleli'de kepenklerini yeni açan Ercesur Döviz Bürosu ortaklarından Kerem Bey, henüz sabah çayını içmeye hazırlanırken içeriye iyi giyimli, gençten iki kişi girdi, "Günaydın. Dükkân sahibi ile bir konu üzerinde görüşmek istiyoruz." dedi. Döviz bürosunun güvenlikten sorumlu eski polis emeklisi, gelen şahısları gözü tutmadığından hemen vaziyetini alıp, patronuyla gözgöze geldi. Kerem Bey, 'sen rahat ol, sorun yok' der gibi bir işaret yaptıktan sonra, "Kızım, beylere oradan iki çay hazırla!" diyerek, adamları masasına buyur etti.
     "Çay içmeye vaktimiz yok, biz ağamızın bir isteğini size iletip hemen gideceğiz."
     Kerem Bey içeriye doğru, 'çaylar kalsın' işaretini yapıp hemen konuya girdi. "Buyurun, sizi dinliyorum."
     Adam, doğulu aksanı ile anlatmaya başladı. "Irak bu günlerde çok karışık olduğundan, oradan kaçıp gelen zenginlerden bir Arap şeyhi, Urfa'da ağamın yanına sığınmıştır. Gelirken yanında getirdiği büyük serveti varmış. Dolar olarak çok miktarda parası olduğundan, bunları toptan, hatta anlaşabilirse teklif edilen miktarın çokluğuna göre, yarı fiyatına Türk lirasına çevirmek istiyor. Ağam da bu konuda ona yardımcı olmak için İstanbul'a geldi." deyince, Kerem Bey'in aklına hemen dolandırıcılık hikâyesi geldiğinden, 'balıklama atlamayıp temkinli yaklaşmak iyi olur' diye aklından geçirirken, bir taraftan da ayağına gelmiş ekmeği kaçırmak istemiyordu. O yüzden temkinli davranıyordu. "Yalnız bu dükkân benim değil, biz iki ortağız. Arkadaş gelene kadar beklerseniz." deyince bunu duyan adamlar hemen ayaklandılar. "Olmaz, bizim o kadar vaktimiz yok. Eğer kabul edemezseniz, biz başka yerlere bakmak istiyoruz."
     Kerem Bey bu büyük balığı kaçırmak niyetinde değildi. Gidip görmekte fayda vardı. Hemen alacak değildi ya. Aklı yatarsa ortağına da anlatır, ikisi beraber parayı götürüp değiştirirlerdi. Bu kelepir işi kaçırmaya niyeti yoktu. "Bir telefon etsek bir saate kadar gelir ama gerek yok, ben gelir görürüm. Eğer uygun görürsem ona da durumu anlatır, sonra ikimiz geliriz." Adam, kayıtsız davranıyordu. "Bizim için farketmez. Ağamın bizden isteği, en kısa zamanda bu dostunun dolarlarını polise farkettirmeden aklayıp, Türk parasına çevirmek. Ondan sonra, İstanbul'da büyük bir yatırım yapmayı plânlıyormuş duyduğum kadarıyla."
     Dışarıda bekleyen siyah mercedes otoya, polis emeklisi güvenliğini de yanına alarak binen Kerem Bey, biraz tedirgin olsa da merakını yenemeyip bu işe kalkıştı. Araç hızla Sultanahmet'ten aşağıya inip, Galata köprüsünden karşıya geçerek, İstanbul'un en lüks otellerinden birinin önünde durdu. Adamlardan biri, sadece Kerem Bey'in gelmesini işaret ederek, diğer arkadaşını da araçta bırakıp otelin asansörlerine doğru yöneldiler. Sekizinci kattaki lüks daireye geldiklerinde, Kerem Bey gördükleri karşısında şaşırmıştı. İçeride arap kıyafetleri ile dolaşan üç kişi ile siyah takım elbiseli, silâhlı oldukları belli olan birkaç adam vardı. Bir de çok güzel elbiseler içinde, sadece güzel gözleri gözüken, yüzü ince siyah tül ile örtülü bir bayan vardı. Kapıda onları karşılayan adam Kerem Bey'e 'hoş geldin' dedikten sonra, taht gibi geniş koltukta oturup nargilesini tüttüren şeyhle tanıştırdı.
     Biraz havadan sudan konuştuktan sonra şeyh, Arapça bir şeyler mırıldanınca, yanında bulunan adamlarından biri çeviri yaptı. "Diyor ki ne kadar para getirmiş?" deyince, Kerem Bey ezile büzüle cevap verdi. "Efendim, şey... Biz aslında iki ortağız da benim yalnız karar vermem doğru olmaz deyip, henüz parayla gelmedim. İnşallah ortağımla beraber sizi tekrar rahatsız ederiz." Kerem Bey'in cevabının çevirisini duyan şeyh birdenbire hiddetlendi. İçmiş olduğu nargilenin marpucunu halının üzerine fırlatıp, camdan sinirli sinirli İstanbul manzarasını seyretmeye başladı. Çevirmen yanına gidip ne kadar dil dökse de şeyh bağırıp çağırıyor, adamını azarlıyordu. Kerem Bey de onun yüzünden bu durumlar meydana gelmiş gibi ezilip büzülüyor, fakat kimseye bir şey diyemiyordu. Neden sonra, çevirmen kan ter içinde Kerem Bey'in yanına geldi. "Sizin buraya parasız geldiğinizi duyunca öfkelendi. 'Ben Türkleri mert insanlar bilirim de sözünün eri olurlar da' gibi bir sürü şey saysa da sonunda zorla da olsa ikna ettim. Yalnız bu şeyh çok aksi bir adam, senden trilyon kazanacağını da bilse, bir görüştüğü kimse ile ikinci defa görüşmeyi kabul etmiyor." derken bir taraftan da gözü şeyhindeydi. "Ortağına da durumu anlat, eğer başka arkadaşların da dolar almak isterse, onlara da haber ver. Bizde herkese yetecek kadar dolar var, ama tek tek gelin. Etrafa bir şey çaktırırsak polis her şeyimize el koyar, dikkat etmek lazım. Şeyh bunun için tedirgin."
     Ortamdan sıkılan Kerem Bey, terliyordu. "Tabii tabii... Bana müsade, ben gideyim artık."
     "Müsaade sizin Kerem Bey. Haa... Sahi az kalsın unutuyordum deminki yaşadığımız stresin ardından. Gelmişken dolarları bir gör istersen. Sen dövizci adamsın, parayı karşıdan görsen tanırsın." dedikten sonra yan odaya geçtiklerinde Kerem Bey bir de ne görsün? Üst üste yığılmış onlarca valiz. Hadi canım! Bu kadar nakit dolar kimde var ki? Tıka basa dolu valizlerin bazılarının kenarlarından sıkışmış halde yüzlük banknotlar sarkıyordu. Adam en öndeki valizlerden birinin fermuarını açıp Kerem Bey'in gözlerine bakarak, "Hadi al da kontrol et." dedi. Kerem Bey açık valizin içinden bir yüzlük deste alıp şöyle elinde çevirip tekrar yerine bıraktı. Valizin uzak köşesinden, altlardan bir deste daha alıp inceledikten sonra odadan çıkarken, gözleri valizlerde kalmıştı. Bir adamda bu kadar dolar olabilir miydi acaba? Dolarlar da sahte değildi.
     Şeyhin adamları, Kerem Bey'i ve güvenlik görevlisini tekrar döviz bürolarının önünde bırakıp giderken, "Varsa başka dövizci arkadaşlarınıza da haber verin, ama sağlam adamlar olsunlar. Yalnız şeyh, güvenlik açısından ve bu konuda rahatsız edilmeyi pek sevmediğinden, bir daha bu hotele sizi kabul etmez. Keşke parayla gelseydiniz. O yüzden, paralar ile gelmeden önce bizi cepten arayın ki para transferinin yapılacağı başka bir hotelin adresini size bildirelim." deyip ayrıldılar.
     Kerem Bey afallamıştı, o paralar neydi öyle? Düşünmesi bile şaşırtıcıydı. Dolarları yarı fiyatından almak, çok paralar kazanmak demekti. Başka döviz bürosu arkadaşlarına şimdilik haber vermeye gerek yoktu. İlk kaymağını onlar yesin, ondan sonra bir şeyler düşünürlerdi. Bu düşüncelerle ortağı Selim'i arayıp, 'çok düşeş bir iş düştüğünü, gelmesi için acele etmesi gerektiğini' anlatırken zaten yakın olan Selim, arabası ile beş dakika sonra dükkânın önündeydi.
     "Oğlum, telefonda ne yırtınıp duruyorsun? Geliyoruz dedik ya! Neymiş bakalım o kelepir iş?"
     Kerem Bey heyecandan anlatamıyordu bile. "Selim abi, gözlerimle görmesem de biri anlatsaydı kesin inanmazdım. Bugün dükkâna gelen bir adamla, İstanbul'un en lüks hotellerinden birine gittik. Başka zaman biz o hotelin kapısından bile giremeyiz anlıyor musun?"
     "Dur oğlum... Yavaş biraz."
     "Abi... Öyle bir otel yani. Ama adam aldı beni kral dairesine çıkardı. İçerde gördüğüm arap giyimli biri, manitasıyla keyif çatarken, Irak'tan kaçırdığı sen de on, ben diyeyim belki on beş valiz dolusu doları, 'nasıl piyasaya sürerim' hesabı yapıyordu" diye heyecanla anlatınca, arkadaşı inanmamış gibi konuştu. "Oğlum sen manyak mısın? O kadar para kimde var?" dese de Kerem hâlâ şoku atlatabilmiş değildi. "Abi vallahi gözlerim kör olsun, aha bu gözlerimle gördüm," diyordu. "Hatta açılan valizdeki desteleri ellerimle kontrol ettim, hiç kullanılmamış jilet gibi yüzlüklerdi. Değerinin altında, topluca piyasaya sürüp ellerinden çıkarmaya uğraşıyorlardı." Selim olaya hâlâ şüphe ile yaklaşıyordu. "Bak Kerem, bir bit yeniği olmasın bu işte, okkanın altına gitmeyelim sonra. Sahtedir onlar."
     "Tamam abi... Dedikleri yere beraber gideriz, baktın aklın yatmadı, paraları vermeyip döner geliriz, olur biter. Adamlar illâ ki zorla paralarını bize satmak istemiyorlar ki. Hatta, 'başka dövizci arkadaşlarınıza da haber verebilirsiniz' dediler." Selim'in bu işe aklı yatmamıştı ama bu kârlı işi de kaçırmak niyetinde değildi.
     Kerim ve Selim, biraz sonra adamlarla yaptıkları telefon görüşmesinde, 'kaç Türk lirası ile gelecekleri' sorulduğunda, 'bir trilyonun altında getirirlerse, doların kur fiyatı yarı fiyatından biraz daha pahalılaşacağını' bildirdiler. Uzun pazarlıklar sonucunda, 'eğer iyi iş yaparlarsa bu para transferini tekrarlayacaklarını, hatta güvenilir başka dövizci arkadaşlar bile bulacaklarını' söyleyince, onların güzel hatırı için, getirecekleri yedi yüz elli milyar liraya karşılık, bin lira olan döviz kurundan, bir buçuk milyon dolara anlaştılar.
     Selim ile Kerem, yanlarına aldıkları büyük siyah çantanın içindeki nakit yedi yüz elli milyar lira ile beraber, adamların tarif ettiği, Laleli'nin arka sokaklarındaki hoteli bulmaya çalışıyorlardı. Kendisi o kadar lüks hotelde kalan bir adam, para transferini niye bu arka sokaklardaki üçüncü sınıf hotelde yapıyordu acaba? Bu arada aradıkları hoteli bulmuşlardı. Çok izbe bir yer olan bu hotel, fuhuş mafyasının kullandığı hotellerden biri olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Çünkü onlar resepsiyona doğru ilerlerken, üzerlerine kombinezon gibi bir elbise giymiş, hayat kadını olduğu besbelli olan iki hatun, yüksek tahta topuklu, orospu terliklerini takırdatarak merdivenden iniyorlardı.
     Resepsiyondan aldıkları bilgiye göre aradıkları adamlar, ikinci kattaki yüz üç numaralı odadaydı. Kapıyı çalıp içeri girdiklerinde, Kerem'in lüks hotelde gördüğü iki adam masada oturmuş beklerken, gülümseyerek ayağa kalkıp onları karşıladı. "Hoş geldiniz Kerem Bey."
     "Hoş bulduk... Tanıştırayım, ortağım Selim."
     "Memnun oldum."
     "Ben de..."
     Selim ile Kerem yanlarında getirdikleri hepsi yirmilik olan ve 375 destelik yedi yüz elli milyar lirayı, küçük valiz şeklindeki omuz çantasına sığdırabilmişlerdi. Adamların önündeki masanın üzerinde ise, siyah bir çanta vardı. Lâfı uzatmadan adamlardan biri çantayı açınca, içinden hiç kullanılmamış yüzlük dolarlar çıktı. Bu çantada tam tamına, yüzlük banknotlar halindeki yüz elli destede, bir buçuk milyon dolar vardı. Selim'in yutkunduğu görüldü. Paraları görünce başı dönmüştü. Onun hesabına göre, daha şimdiden yedi yüz elli milyar lira kazanmışlardı. Adamlardan biri söze karıştı, "Hadi arkadaşlar biz işimize bakalım, vakit nakittir. Paralar burada, ister burada bakın," dedi ve aklına bir şey gelmiş gibi işaret yaptı. "İsterseniz destelerin herhangi bir yerinden karışık olarak çekeceğiniz birkaç tane yüzlüğü gidin bozdurun ki birbirimize güvenimiz tam olsun."
     Selim de zaten böyle birşey teklif edecekti... "Olabilir."
     "Sizinle iyi bir alışveriş yaparsak, siz de memnun olup diğer dövizci arkadaşlarınıza bildirdiğinizde, bize yeni yeni müşteriler kazandırmış olursunuz."
     Selim'le Kerem, 'biz bu dolarları normal kurundan okutup, kazandığımız Türk lirası ile birkaç gün sonra gelip tekrar kapınıza dayanırız, başkalarına niye söyleyecekmişiz ki' diye geçiriyorlardı içlerinden. Selim ağır ağır yerinden doğrulup masadaki çantanın içindeki destelerden birini eline alıp, ortasından bir yüzlük çekti. Aynı olayı üç desteye daha yapıp, dolarları cebine koyduktan sonra, on dakikalığına izin isteyip hotelden ayrıldı.
     Aradan iki üç dakika geçmemişti ki odanın kapısı sertçe açılıp üzerlerinde 'polis' yazılı yeleklerden bulunan üç kişi, ellerinde silâhlarla birlikte odaya hızla girdiler. "Davranmayın, polis! Yat yere, yat! Yat!"
     Kerem ne olduğunu anlayamamıştı bile. Odadaki diğer iki adamla birlikte, mecburiyetten yere o da yüzükoyun uzandı. Şimdi hapı yutmuşlardı işte! Polislerden biri Kerem'in ellerini arkadan sert bir şekilde kelepçeleyivermişti. Diğer polis de Kerem'lerin getirdiği para dolu valiz şeklindeki çantayı alırken, birisi silâhı ile etrafı kolluyor, bir diğeri üzerlerini arıyordu. Yerde yatan adamlardan birinin belinden çıkan ondörtlüyü, polis diğer arkadaşına gösterirken, adam aniden yerinden fırlayıp göz açıp kapayıncaya kadar, masanın üzerindeki dolarların bulunduğu siyah çantayı kapıp dışarı fırlayınca, üç polis de bağrışarak arkalarından dışarı doğru koştu... "Koşun, koşun! Yakalayın çabuk! Paralarla kaçıyor."
     Polislerin üçü de paralarla kaçan adamın peşine düşünce, yerde yatan diğer adam da fırlayıp kayıplara karıştı. Kerem şaşkın bir şekilde elleri arkadan kelepçeli olarak hotel odasında yalnız başına kalıvermişti. Her şey bir anda olup bitmiş, kendilerinin getirmiş olduğu paralar polislerin elinde, adamların dolar dolu olan valizi de kaçan adamla gittiğinden, biraz sonra döviz bozdurmaktan gelen Selim Abisine ne söyleyecekti?
     Dolar bozdurmaktan gelen Selim, hotelin merdivenlerinden yukarıya çıkacakken, onlarla dolar pazarlığı yapan iki adamı polis kelepçelemiş olarak yanından geçiriyordu. Ne oluyor lan! Kendilerinin getirmiş olduğu para dolu valiz ve adamların siyah dolar çantasını da polislerin ellerinde görünce, beyninden vurulmuşa döndü. Polislerin arasındaki elleri kelepçeli adamla bir an göz göze geldiler. Başını çevirdi, öte baktı. Selim hiçbir şey düşünemiyordu. Beyni durmuştu sanki. Birden gözlerinin önüne paracıklarının uçup gittiği geldi. Ama durun bir dakika, niye gitsin ki? Eğer bir dolandırıcılık varsa onlar yapmamışlar... Çok çok olsa, ucuz para kapmak istemekten belki küçük bir ceza ile kurtulabilirlerdi. Kim havadan para kazanmak istemez ki? Yalnız bu işte bir bit yeniği daha vardı. Kerem ortalarda yoktu. Ona yukarıda ne olmuştu acaba? Aman Allahım, nasıl bir işe bulaşmışlardı böyle? Ölmüş müydü yoksa?
     Şimdi polisler, hotelin karşısına çekmiş oldukları beyaz bir otomobile, elleri arkalarına bağlı iki adamı itekleyerek arabaya bindirdikten sonra, ellerindeki para ve dolar dolu çantaları da bagaja koyup, süratle uzaklaştılar.
     Selim hızla merdivenleri üçer beşer tırmandıktan sonra odanın kapısını açınca, Kerem'i elleri arkadan bağlı vaziyette buldu. "Kerem, bu ne hal? Ne oldu sana?"
     "Abi ne bileyim ben? Çöz ellerimi."
     Kerem olup biteni anlattıktan sonra, doğruca polise gittiler. Şubeler arası yapılan telsiz soruşturmasında, böyle bir operasyonun yapılmadığı bilgisi gelince, iki ortak geç de olsa dolandırıldıklarını anlamışlardı. Kerem'in polisteki ifadesinde bahsetmiş olduğu lüks hoteldeki arap şeyhi de hotelden alınan bilgiye göre bu sabah erkenden, adamları, hanımı ve giysi dolu valizleri ile birlikte bahsekonu hotelden ayrılmışlardı. Selim ile Kerem, süklüm püklüm işyerlerine dönerlerken, birbirlerine açıklamasalar da 'Midyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak' atasözünün, onların bu durumuna uyduğunu düşünmeden edemiyorlardı.

     Arap şeyhi görünümündeki Sedat, adamları ile birlikte, Arapça tercüman rolündeki Metin ve şeyhin eşini oynayan Şebnem, sabah erkenden hotelden ayrılıp büroya gelmişlerdi. Para dolu çantaları bagaja koyan sahte polisler de Sedat'ın adamlarından başkası değildi. Yolda hemen polis yeleklerinden kurtulduktan sonra yan sokakta araba değiştirip, el koydukları uyanık dövizcilerin paralarıyla ofiste soluklanıyorlardı.
     Sedat yine her zamanki gibi sözü aldı. "Arkadaşlar, sayenizde yine temiz bir iş bitirdik. Hepiniz üzerinize düşen görevi layığı ile yerine getirdiniz. Sağolsun her zaman söylerim, bıkmadan usanmadan yine de söylüyorum. Sahte kimlik kartı düzenlemede Şebnem yengemin üzerine kimse yok."
     Metin illâ ki meraklandığı yerleri saf saf soracak, onun da huyu bu, ne yapsın? "Yalnız abi, o kadar valizde para olmayacağı bunların aklına gelmedi mi? Sen en üstteki valizi açıp gösterince de kuzu kuzu inandı herif." "Oğlum Metin, o da oynadığımız bu oyunun dekoruydu. Önemli olan iyi oynamak. Gördüğünüz gibi gerisi çorap söküğü gibi geldi. Topu topu bir çanta dolusu dolarımız vardı, o bile derin siyah çantada üstten iki sıraydı. Çantanın altı özel bir şekilde yükseltilmişti kalın görünsün diye. Oteldeki bir valizde de aynı durumu uyguladık."
     Sedat, masanın yanında bulunan valiz şeklindeki büyük omuz çantasını ters yüz edip, içindekilerini masanın üzerine devirince, birden masanın üzeri desteler halinde yeşil yeşil yirmiliklerle doluverdi. "İşte arkadaşlar, ganimetimiz burada," dedi Sedat, arkadaşlarının yüzüne bakarak. "Beni bilirsiniz... Aslan payı falan bilmem, bir işi hep beraber yapıyorsak parayı da eşit bölüşürüz."
     "Sen en iyisini bilirsin abi."
     "Evet ne diyorduk? Yuh! Hotel bayağı kazıkmış lan! Şu elli milyarı hotel masrafları olarak ayırdıktan sonra, biz de sekiz kişi olduğumuza göre, adam başı seksen yedi buçuk milyar düşüyor. Kasa sen olduğuna göre Metin, bu da sizin ikinizin ortak payı yüz yetmiş beş milyar... Güle güle harcayın."
     Metin, Sedat'ın sayarak üst üste sıraladığı, seksen küsür kadar yirmilik para destesini şaşkınlıkla izliyordu. Çok paraları olmuştu ama ya çek olarak ya da banka cüzdanlarında rakam olarak görüyorlardı. Nakit olarak bu kadar parayı bir arada görünce, şaşkınlıkları bir kat daha artmıştı. Sedat, adamlarından birine işaret edip getirttiği çuvalın içine, masanın üzerine dizili para destelerini hoyratça doldurdu ve gülerek Metin'in sırtına yerleştirdi, arkasından ekledi. "Yenge, çuvala arkadan destek verirsen iyi olur. Baksana adam çuvalın altında yığılıp kalacak da paraların altında ezilip başıma belâ olacak. Şuna biraz ekmek ver yahu. Besle biraz da canlansın." dediğinde, bürodan çıkıp arabalarına doğru giderlerken, Sedat'ın yapmış olduğu espriye gülen adamlarının iri kahkahaları, dışarıya kadar taşıyordu. 

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin