10 Ocak Saat 09.30
SS Abyssinia adlı yolcu gemisinde yaklaşık dokuz gün süren deniz yolculuğumun ardından sonunda New York'a ulaştım. Kışın getirdiği dondurucu soğuğun etkisiyle bütün şehir karla kaplıydı. New York'a daha önce yıllar önce bir yaz gününde gelmiştim fakat sanırım kışın getirdiği beyaz etki bu şehir üzerinde daha büyülü bir güzellik sağlamış gibi görünüyor. Bu güzel şehirde bir süre daha kalıp iyice tadını çıkarmak ve bir süre daha kalmak isterdim fakat Büyük Britanya'dan bu denizaşırı topraklara olan bu yolculuğumun sebebi tatil yapmak değil. Uzun süreler Britanya'da kontluk yapmış olan Lord Arthur Fletcher'ın cenazesi için buradayım. Lord Arthur kont olduktan bir süre sonra oluşan politik karışıklıklar nedeniyle kontluğu bırakıp New Hampshire'da bulunan Morris Konağı'nı şaşırıcı derecede ucuz bir fiyata almıştı. Ardından uzun yıllar kimse tarafından çok konuşulmadı ama petrol işine girip servetini daha da arttırdığı yaygın bir söylentidir. Lord Arthur un öldüğü haberi iki hafta kadar önce duyuruldu ve hemen ardından oğlu Prens Leopold gazetelere yaptığı açıklamada 25 Ocakta yapılacak olan yemek ve anma töreninden bahsetti. Ayrıca bu ayın yirmi beşine kadar çoğunlukla İngilizler arasından olsa da dünyanın her yerinden saygın isimlerin Morris Konağı'nda konaklamasına izin verileceğini duyurdular. Ben sadece sıradan bir gazeteci olsam da yine de konağa davet edildim. Anlaşılan Lord Arthur gibi oğlu da basına ve gazetecilere şans tanımayı seviyor. Bugün saat 11.00'de Morris Konağı'nın bulunduğu New Hampshire'a yola çıkan bir trene yetişmem lazım yazmaya trende devam edeceğim.
Aynı gün saat 15.30
Yazmaya trenden devam edebiliyorum sonunda. Biletleri kontrol eden tren görevlisi çok suratsız yaşlı bir adamdı. Yanımda bavulun dışında bir de daktilo taşıdığımı görünce biraz surat astı ve defalarca trende daktilo kullanamayacağımı söyledi. Nedenini anlamamış olsam da uzun çabalar sonucu sonunda adamı ikna edebildim. Aksanından yola çıkarak Rus asıllı bir adam olduğu sonucuna varabiliriz. Neredeyse trenden bir gözüm mor ayrılacağımı sandım adama derdimi açıklarken. Arada yanımdan geçerken hala bana sert ve nefret dolu bir bakış atıyor ama yine de anlaştığımızı düşünüyorum. Kahvaltımı dışarıda edemedim çünkü Yoğun kar sebebiyle restoranların çoğu kapalıydı ve uygun bir yer bulmaya çalışırsam treni kaçırabilirdim bu yüzden trenin yemeklerine bel bağlamak zorundaydım ama en azından beni epey şaşırtsa da ilk defa bir trende bu kadar lezzetli yemekler yedim. Modern Amerika'daki insanların damak zevkleri gayet yerindeymiş Britanya'ya döndüğümde bu yemekleri özleyeceğimi şimdiden tahmin edebiliyorum. New Hampshire'a varmama yaklaşık dokuz buçuk saat var. Gece bir sularında oraya varmış olurum geceyi geçirebileceğim bir pansiyon bulup sabah konağa doğru yola çıkmayı planlıyorum. Şimdilik biraz dinlenmeliyim sanırım çünkü yolculuk beni epey yıpratıyor.
11 Ocak Saat 10.45
Dün gece trenden indikten sonra New Hampshire'da bulunan gayet gösterişli ve zengin görünen bir otelde kaldım. Sabah yola çıkarken otele yiyecek sağlayan yaşlı bir adamla kısa bir sohbette bulundum. Çok kibar ve yardım sever birisiydi özellikle de o Rus tren görevlisiyle kıyasladığımızda. Ve bana hiç hoş olmayan yerel efsanelerden bahsetti. Anlattıklarına göre bundan elli yıl önce bu kasabada çok büyük kayıplar verilmesine neden olan bir olay yaşanmış. Dünyanın en büyük havai fişek üreticilerinden birisi olan Steve Morris kendi adına o konağı inşa ettirmiş. Konağın yapıldığı Washington Dağının zor coğrafi koşulları ve iklimin elverişsizliği nedeniyle inşası yirmi yıl kadar sürmüş ve tamamlanana kadar yüzlerce kişi kaybolmuş. Konak tamamlandığında ise Bay Morris'in havai fişek fabrikasında nedeni bilinmeyen bir yangın çıkmış ve bu daha çok insanın ölümüne neden olmuş. Ama asıl şaşırtıcı olan kısım bu değil. Adamın söylediğine göre fabrikada çalışan hiç kimsenin cesedi bulunamamış. Fabrikası yok olduğu için iflas eden Bay Morris ise uzun uğraşlar verilerek tamamlanmış olan bu konağı satmak zorunda kalmış. Yaşlı adam bizzat Konağın yapılışında çalıştığını da ekledi ve orasının lanetli olduğunu söyleyerek sağ salim eve dönmem için dua edeceğini söyledi. Konağın bu hikayesini duymak beni biraz heyecanlandırmıştı. Yerel efsaneler hayatım boyunca her zaman ilgimi çekmiştir ama çoğunda somut bir sonuç bulmak zordur. Bu yüzden bu konakla ilgili fazladan bir merakım olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Beni konağa götürecek olan at arabası geldi ve beni bekliyor. Günlüğüme konağın misafirhanesinde devam etmeyi düşünüyorum o zamana kadar öğrenebileceğim her şeyi öğrenip sonrasında buraya uzun uzun yazacağım.
Aynı günün akşamı Saat 22.43
Konağa varana kadar geçen kadar geçen at arabası yolculuğumun ilk saatleri biraz sıkıcı geçmiş olsa bile son anlarına doğru arabacıyla ortalamanın biraz üstünde bir sohbet yakalayabildim. Konağa vardığımda ise Prens Leopold'un konukseverliğine bir kez daha tanık oldum. Bana kalmam için verdikleri oda hayatımda kaldığım hiçbir yere benzemiyor. Geniş yatağın karşısında tuğlalarla kaplı gayet hoş görünümlü bir şömine var. Şöminenin üzerinde evin eski sahibi Steve Morris'in yağlı boya bir portresi asılı. Kapı yatağın sol tarafında kalıyor ve sağ tarafında da baloka açılan başka bir kapı var. Bana verilen odamın dışında ise konak gerçekten anlatıldığı kadar gösterişli ve asil görünümlü. İçi ise dışından daha göz kamaştırıcı. Lord Arthur'un oğlu Prens Leopold ise gayet hüzünlü olmasına karşın hayli ağırbaşlı ve tavrını bir asilzadeye yakışır biçimde koruyabiliyor. Törenin yapılacağı yirmi beş ocağa kadar kalacak davetlilerden kendim de dahil henüz yalnızca üç kişi gelmiş. benim haricimde gelen iki konuk ise eski Amerikan Donanma Amirali Joseph Smith ve emekliliğe çekilmiş eski Kontlardan Eugene Thomas'tı. Amiral Joseph devriye sırasında saldırıya uğrayan savaş gemisinde tek gözünü kaybettikten sonra emekli olmuş ve şu zamanlarda orduda asker yetiştirmek için danışmanlıkla uğraşıyormuş. Lord Thomas ise Kontluğu oğluna bırakıp kendisini hayır işlerine vermiş Britanya'nın her yerinde yemekler düzenlediğine dair haberler okumuştum. Ayrıca evde bu dört kişi haricinde iki tane hizmetçi bir aşçı ve bir de kahya var. Kahya Hans Alman asıllı, gençliğinde sarışın olduğunu düşündüğüm, epey yaşlı bir adam. Söylenene göre konak ilk inşa edildiğinden beri burada çalışıyormuş. Yaşı olduğu kadar suratsız ve konuşmaya yanaşmayan birisi olduğu için konak hakkında ondan bilgi alma çabalarımın hepsi başarısız oldu. Aşçı Antonio ise kahyaya göre genç olsa da yine de yaşlı diyebileceğimiz yaşlarda bir İtalyan. Sadece bir öğün yiyebilmiş olmama rağmen epey yetenekli ve tecrübeli bir aşçı olduğu aşikar. Hizmetçiler ise sanırım şuanda evdekiler arasında en genç olanlar. Hizmetçi Olga bu konakta büyümüş ve annesi de burada hizmetçiymiş bu yüzden konak ve burada yaşamış insanlar hakkında bilgili olduğu fikrindeyim ilerleyen zamanlarda bu konak ve olayların aslı hakkında gereken bilgiyi elde edebileceğimi umuyorum. Son olarak Diğer Hizmetli Rochelle. Görünüşüne bakılırsa benden daha genç olduğu söylenebilir. Yirmi beş ile yirmi iki yaşları arasında olduğunu düşünüyorum. Konağa daha geçen yıl gelmiş ve konak hakkında çok bilgisi yok ama yeni insanlarla tanışmaya epey meraklı birisi gibi görünüyor. İçindeki insanları bir kenara bırakıp biraz da konak hakkında yazayım. Morris Konağı (gerçi konak demek ne kadar mümkün) başlı başına dağın yamacına kurulmuş bir kasaba gibi. Geniş bahçesindeki devasa ağaçlar bu büyük binayı kapatmaya yetmiyor bile. Dört geniş katı ve sanırsam elliden fazla odası var bu konağın. Ayrıca bahçesinde kendine ait bir su fıskiyesinin yanında yer yer oturma ve kahvaltı masaları var. Bu inanılmaz yapının inşasının neden bu kadar uzun sürdüğünü konağı kendi gözlerimle görünce daha iyi anladım. En yakın kasabaya dört kilometre uzaklıktaki bu ev gerçekten büyüleyici görünüyordu. Öte yandan o kadar insanın nereye kaybolmuş olabileceği hakkında ise hiçbir fikrim yok. Ev kendisi güzel olsa da etrafında medeniyete, hatta insanlığa dair en ufak bir iz yok. Bahçe haricinde her yer bomboş ve karla kaplı. Bahçede ise içinde yüzlerce ağacı olan geniş bir orman var. Yağan kara da değinmek gerekirse şehirde olduğundan daha fazla kar var ve gayet hızlı yağıyor. Bu şekilde devam ederse en güçlü atların çektiği bir at arabasının bile malikaneye ulaşabileceğinden şüpheliyim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Marcus Fritz'in Günlüğü: Morris Konağı
Mystery / ThrillerGazeteci Marcus Fritz davet edildiği Morris Konağının gizemli geçmişini gün yüzüne çıkartmak ve merakını açıklığa kavuşturmak için araştırmalar yapar muhtemelen devam etmeyecek